“Yaşlılar
vardır ,gülümseyerek ölürler, uykuda sağdan sola döner gibi veya sönmesi gibi
yağı biten bir lambanın.” (Kör Baykuş
sf.63, çev.Behçet Necatigil )
Birisine açık açık “Beni ihmal etme” diyebilir misiniz ? Bu kişi ailenizden,
hatta en yakınınızsa bile, bu söz sizi eksiye düşürür muhtemelen. En azından öyle bir
dünyada yaşıyoruz.
İnsan, her zaman kaybedecek bir şeyi olduğuna inanan bir zavallı olduğundan (esasında
böyledir de bu, insanın her zaman kaybedecek bir şeyi vardır fakat bunu
bilmesi, onu zavallı bir konuma sokar) muhtemelen belli bir yaş haddinde
değilseniz, bu soruya “Hayır. Ne münasebet!” diyeceksiniz. Ne zaman ki gerçekten
kaybetmeye başlarsınız ve buna ikna edilirsiniz, işte o zaman hakiki insan
olursunuz. Kaybetmek derken, kredi kartınızın kaybolmasından ya da
işinizi kaybetmekten bahsetmiyorum. Kayıp kelimesinin “Gayb”tan geldiğini
düşündürecek bir zamanın boşluğu içinde, sadece durarak yaşamak bu dediğim.
Hayat, devam ettikçe kapıların anlamsızlaştığı bir gidiş-geliş serüveni
olduğundan, insan sadece yaşlandığında anlar zamanı. Artık güç gösterisi yapacak, güçlü olduğunuzu
gösterecek bir durum; hatta “inadına bir gün daha yaşayacak” bir düşmanınız
bile kalmamıştır hayatta. Sosyal medyadan, buruşuk ve sarkmış derinizi de
paylaşamayacaksınız o zaman. Aslında ne kadar yalnız olduğunuzun bir çığlığı
olan o paylaşımların hiçbir alıcısının olmadığı zaman dilimi de elbette
gelecek. Hayır ben değil, zaman tetikte bekliyor. Her zamanki gibi…
Tam şu an annenizin, babanızın, dostlarınızın ve neredeyse sizi tanıyan
herkesin öldüğünü düşünün ama siz sapasağlamsınız. Savaş mı çıktı ? Yo hayır.
Ne oldu ki büyük bir tufan mı geldi ? Hiç de bile. Sadece yaşlandınız. Böyle
büyük bir felaketin, zamanın gayet doğal bir kısmı olduğunu hayal edin. Hatta yukarıdaki
tüm ihtimaller gerçekleşmiş olsun ve bunu kimse şaşkınlıkla karşılamasın.
Mümkün mü böyle bir şey? Delirirdiniz muhtemelen değil mi ? İşte tüm bu
olanları tek bir sözcükle normalleştirip, anlatabiliriz; o sözcük “Yaşlılık”. Şimdi
kılıç, kınına girdi. Hele ki ortalama insan ömründen biraz daha fazla
yaşadıysanız. Hani insanların, sanki yaşamak için birilerine para vermişsiniz
gibi, duyduğunda “Oooo” yaptığı bir yaştaysanız diyorum. Mesela 88 diyelim. Yük
olmanın, istediğini yapamamanın vermiş olduğu o suçluluk duygusundan
bahsediyorum. Hani yere düşersiniz de hakem size sarı kart gösterir “Aldatmaya
yönelik hareket”ten. Sonra hakeme gidip, “Tamam ama ben senden lehime bir karar
beklememiştim ki” dersiniz. Kâr etmez! Hayat size sarı kart gösterir ve artık
sizi oyundan atmak için gözünüzün içine bakıyordur o yaşlarda, en ufak bir
“aldatmaya yönelik” harekette oyun dışı kalacağınız kesindir. Ayağınızın
takılmasına kimsenin tahammülü yok, “Yo hayır ben bu yüzden düşmedim, gerçekten
takıldım” diyene kadar zaten iş işten geçmiş oluyor.
Hakkınız olan her şeyden, “O nasılsa yaşlı” diye mahrum kalırsınız. Nasılsa yaşlı, yemeğini-suyunu ver ve rüzgarlı havada
sırtına bir de hırka geçirdin mi tamamdır. Adam sen de, daha ne istiyorsun! En sevdiğiniz şeyi düşünün, artık her neyse,
kaslarınız sizinle vedalaşmaya başladığı için bunu yapamadığınızı biliyorsunuz.
Peki ya özlem? Peki ya hasret? Peki ya eskilerin “tâb-ı hevesnâk” dediği,
yaşama hevesi ? Bunların kasları –nerede kim bilir- hep sağlamsa ?
Mesela bir ihtiyar, güneşin batışını izlemek isteyemez mi ? Yürümek, böyle
caddeler boyu… Yüzmeyi, seyahat etmeyi, bir ağacın dibine oturup etrafı
izlemeyi hiç canı istemez mi ? Elbette ister ama karşısındaki herkes “Sen
yaşlısın, böyle bir hakkın yok” diye üstüne çullandığı için, en sonunda bunları
istemeye hakkı olmadığına ikna olur yaşlı insan. Çocuklar nasıl ki olağan insan
davranışlarını sergilediklerinde bize sempatik gelir, yaşlılar için de tam
tersidir durum. Hani “Huysuz İhtiyar” diyorlar ya, nasıl huysuz olunmasın?
Kitap okuyacaksınız, gözleriniz ağrıyor. Çay koyacaksınız, eliniz titriyor.
Birisiyle sohbet edeceksiniz, kulağınız duymuyor. Bunları gülümseyerek
karşılamak, alelade bir insanın yapabileceği bir şey değil.
Sanırım yaşlılık; vücudunuzun, beyninizi artık “savaş”ın bittiğine ikna etmesi
anlamına geliyor. Onların ufak tefek şeyleri bu kadar takıntı haline getirmesi
de bundan. Mesela bir terlik, bir saat, bir hırka gibi… Tahminimce büyük
şeylere artık uzanamadığını gören insan, küçük şeyleri büyütüyor. Yaşlıların
müthiş alıngan olması da bu yüzden değil mi? Aslında bir tercih değil,
zorunluluk meselesi bu. Alınganlığından başka neyi kalmıştır ki ihtiyar bir
insanın?
Dedem, 50 sene oturduğu ve kendi yaptığı evinden (daha iyi bakılmak üzere)
taşındığında “Sokağın köşesinden
dönerken, son bir bakış atmış mıdır acaba?” diye düşünmüştüm. Bir daha dönmem,
diye aklından bir kez bile geçirmiş midir ki… Çevresindeki hiç kimse bunlara
yoğunlaşmayınca, insan da bunların önemsiz olduğuna ikna oluyor galiba. Bu
yüzden ona her “Napıyorsun?” dediğimde, “Biz bu yaşta napabiliriz ki, duruyoruz
işte” diyor sitem etmeden. Durmak zorunda olmak ve bundan başka çare olmadığına
ikna olmak. Çok acı olmalı. Özellikle gençlik penceresinden oraya baktığınızda.
İşte bu acıyı “vakaı adiyeden”
saydığınızda yaşlanmışsınız demektir. En son ne zaman koştuğunuzu düşünüp
dertlenmekle, en son ne zaman “koşabildiğinizi” düşünüp dertlenmek aynı mıdır?
Yaşlılık, bazı dertlerin, istemeden de olsa şapkasını önüne koymasıdır.
Bir de kendini küçülmüş hissetmektir ne kadar iri cüsseli olsanız da. Bir
yaştan sonra her anlamda bebek gibi olursunuz; işte boyunuz kısalır,
vücudunuzda tüy kalmaz, süt dişleriniz yeniden çıkar ve saire. Bir nevi tersten
bebeklik!
Aslında ne kadar insana ait özelliğimiz varsa, yaşlanınca bırakmak zorunda
kalıyoruz. İnat ediyoruz mesela, “Hayır bu yemek bu ateşte olur!” diye, sonra
daha genç birisinin hafifçe bir el hareketiyle “devre dışı” kalıyoruz. Bu durum
karşısında maraz çıkarmak için bile yaşlısınız ve çaresiz ama içinizde patlayan
bir volkanla yerinize oturuyorsunuz. Bu durumu bozuntuya vermiyorsunuz da
üstelik.
Dünya hayatı, belli bir yerden sonra, sizin için bir angarya halini almış;
hiçbir yük olmamasına rağmen hem de. Aklanacak bir ölüm yaşını da
kaçırmışsınız. Yani ölseniz, kimse gözlerinizi hatırlamayacak. Hatta herkes
ölmeniz için gözlerinizin içine bakıyor, sanki onların hayatından çalıp yaşıyormuşsunuz
gibi!
İnsan böyledir; genç bir ölümle ölürse eğer (bu “ölümle ölmek” lafını severim)
kendini aklama ihtimali yüksektir. İşte borç alınan arkadaş, çok da sıkıntı
çıkarmaz geride kalanlara. Yediğiniz bütün herzeler, kırdığınız kalpler,
yaptığınız her türlü dingillikler unutulur. Ölmüşsünüzdür çünkü artık; aklanma
perdesi çekilmiştir. Geride kalanlar ,size acıyarak sizi aklarlar. Arkanızdan
kötü konuşmayı göze almış birisi bile yutkunur, bir adım geri atar. Toprağın
altında olmak, artık yakanıza yapışmayacakları anlamına gelir. Her ölüm erken
değildir yani, bazı ölümler geç kalmıştır. Miras bekleyen hayırsız evlat için,
sürekli hizmet etmekten yorulmuş ve artık kadın tutmayı düşünen yaşı geçkin kız
evlat için, mezar yeri için anlaştığınız mezarcı için. Saati gösterip, “Eee
hadisene!” yaparlar size ama başka suretlerle. Neden bayramda yeni elbise
giymek istiyorsunuz mesela? Niçin, canınız lokum çekti? Yahu sen kimsin ki daha
kaliteli bir çay istiyorsun? Halbuki yaşlıların en sevdiği sözdür; "Gönül, kocamaz".
Susarsınız. Ölmenizi bekleyen ve “yaşamış olmanızın” alnınıza kazılı bir yara
izi gibi, herkes tarafından göründüğü bu zamanda susarsınız. Temel
ihtiyaçlarınızın bile artık külfet geldiği o kişiler her kimse, onlara dönüp
“Galiba biraz fazla yaşadık” bakışı atarsınız; bunu söyleyemezsiniz. Zira
ortada kapanması gereken ama bir türlü kapanmayan bir hesap vardır ve bu hesap
kimsenin sorumluluğu değildir.
Sonra, hatıralarınızdan başka yeni bir şey olmadığı için, geleceğe yönelik tek
düşünebildiğiniz şey cenazenizdir. İlk kez farklı bir yerde geçirilecek o gece.
Yağmur yağarsa, gidip gitmeme konusunda ikileme düşecek uzak akraba. Cenazeyi
kimlerin kaldırabileceği…
Hele bir de karınız/kocanız hayattaysa onu geride bırakma ağırlığı. İnsanların
“Eh artık 150 sene mi yaşayacaksın, bunları düşünme ve bir zahmet öl” düşünceleri. Defin bittikten sonra dönerken,
edilen ilk dünyevi kavga. Bunları hayal edersiniz. Ha bir de gece
uyurken, eğer uykumda ölürsem diye düşünüp, dua etmek var. Bunları düşünmek
için çok zamanınız oluyor yaşlanınca. Ve spoiler verecek olursak, muhtemelen Tanrı’yı geri
çağıracaksınız. “Gençken almadın canımı, bilmedim” diyen şair gibi. O da bu
davete icâbet edecektir, tarih boyunca yalnızlığın en meşhur davetlisi hep kendisidir.
İnsan gençken hem kendine bunları yakıştırmıyor, hem de ölümle bağlantısının
uzak olduğuna inandığı için yaşlıları bir “Ölme Adayı”ndan daha ötede hayal
edemiyor. Acizdir nihayetinde!
Bu bahsettiğim neslin ortalaması, en az 3 çocuk yapmış ve çocuklarının,
bireysellik denen modern çağ hastalığını tanımadığı ebeveynlerdi. Ayrıca
hepsinin de iyi kötü bir emekli maaşı ve bir evi vardı. Tabi ki her şey para
değil ama bu imkânlar, en azından başkalarının eline baktırmaz sizi.
Peki ya sen, bu yazıyı okuyan 1980-90’larda doğmuş, kendi neslimin insanı; 3
çocuk yapmayacağını biliyoruz. Ev almak için tüm hayatını ortaya koyacağını,
muhtemelen bu kadar uzun yaşamayacağını da… Ama peki ya yaşarsan? Hadi diyelim
oldu… Hiç düşündün mü filmin devamını?
Not: Başlık, dedemin sohbet ederken birden ağzından çıkan ve bu yazıyı yazmama
sebep olan vecizedir. Şiir okumak şöyle dursun, hayatında herhangi bir edebi
yazı okumadığından eminim.