23 Mart 2021 Salı

Mimsiz Medeniyet

"Anlayabilirim Çoğu kere burnumla, Yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak Ve döğüşebilirim, Doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum Her şey için, herkes için, Yaşım başım buna engel değil, Ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak, açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni Yazık."
Nazım Hikmet- Şaşıp Kalmak



“Lisanımın sınırları, dünyamın sınırlarını belirler” demiş dil felsefesi üstadı, mantıkçı filozof
Ludwig Wittgenstein. İnsan, etimoloji denilen deryanın içine daldığında anlıyor bunu. Dilimizi ne kadar ilerletebilirsek, kavramları ne kadar çekiştirirsek, kıyıda köşede bekleyen sözcükleri ne kadar rahatsız edersek o kadar açılıyoruz kendi dünyamızın deryasında. Derya demişken, buna deniz de diyebilirdim; ya da Bahriyeli sözcüğünün “Denizci” olduğunu düşünürken, bu sözcüğü bir katana darbesiyle ikiye bölüp “Bahr”ın deniz olduğunu da işaret edebilirdim. Bahreyn diye bir ülke olduğunu bilenler, bu sözcüğü de ikiye bölerse “Bahr” ve “Eyn”i bulacaklardır ve “Eyn” sözcüğü “iki” demektir. Yani, “İki deniz” anlamına gelir. Sonra haritaya bakarsınız ve oralarda bir yerde iki deniz olduğunu görürsünüz, görmezseniz vaktiyle orada iki denizle alakalı bir şeyler olduğunu muhakkak tespit edersiniz. Mesela aynı şekilde Birader’den Brother’ı; Duhter’den,Daughter’ı bulup “Farsça’nın İngilizce’den daha eski bir dil olduğunu” görebilirsiniz. Ya da Los Angeles’ın İspanyolca olduğunu bilirseniz, Amerika kıtası hakkında bir fikriniz olabilir. “Burg” sözcüğü İngilizce “Küçük şehir” demektir örneğin. Edinburg, Petersburg, Luxemburg, Hamburg’u gördüğünüzde bunların Avrupa’da olduğunu ve birbirini etkilediğini bilirsiniz.  Çok gizli bir bilgi vermem gerekirse de; bir şeyin sonunda “İyyet” varsa bu onun “kavram” olduğunu gösterir (Bkz.Cinsiyet, Milliyet, Ferdiyet). Kavram da eski dilde “Mefhum” demektir ve bu “Fehim” yani “Düşünce”den gelir. Düşünce ürünü olanın adı mefhumdur. İşte çekiştirdik,hareket ettirdik biraz ve kısacık bir Etimoloji denizi yolculuğu yaptık. 

Yazının buraya kadarki kısmı “George Orwell ağğbi yaa” diye siyasi muhalefet yapanlar içindi. Eğer buraya kadar geldiyseniz, biz bizeyiz demektir. Artık asıl konuya gelebiliriz.

 Son dönemde siyasi iktidarın sergilediği, gürültülü bir adaletsizlik ve çöküş konserini izliyoruz. Biz tribündeyiz tabi ki başka yerimiz olmadığı için; fakat sahneye baksak da bakmasak da kulaklarımız patlamış durumda o berbat kakafoniden. Bu yazıyı, en azından bundan sonrası için “sıkı giyinmek” minvalinde yazıyorum.

 Hangi topraklarda yaşıyorsak, orayı iyi bilmemiz gerekir. Dilini, hava şartlarını, insanını, tarihini, kültürünü. Bu Orhan Pamuk için de böyledir; Çin’deki o meşhur yarasa çorbasını getiren garson için de. Bilmesek yaşayamaz mıyız? Tabi ki yaşarız ama anlamadan. Anlamadan yaşamak da bir valizin, bodrum katta yıllarca beklemesinden farksızdır. Eğer burada kök salmak gibi bir iddiamız varsa, burayı anlamak bizi daha sağlam ayakta tutacaktır. (Dolar kuruna ve pasaportumuzun gücüne bakarsak, kök salmaktan başka çaremiz olmadığına ikna olduk nasılsa!)
En azından anlama yolunda bir ömür geçirmek zorundayız. Anlamak istemiyorum, bilmek istemiyorum, düşünmek istemiyorum diye ayak direyenlerin; son 20 yılda neler yaptığını gördük. Peki bu ülkenin insanı neden hiçbir şey üzerinde düşünmeyi sevmiyor veya söylediğini-yaptığını takip etmeyi hemen unutuyor ? Neden devamlı ağzında olan bir kavram için bile (hem de şu çağda) açıp üç dakika mesai yapmıyor ? Aslında bunun cevabı kısa ama net değil: Çünkü başkaları onların yerine düşünsün ve mesai yapsın istiyor. Kötü yönetilmek pahasına da olsa o hayalindeki elbiseyi giymiş bazı adamlar tarafından domine edilmeyi talep ediyor. Peki o ‘başkaları’nın yönetme ve düşünme pratiği nedir bu kültürün içinde? Genelde siyasi iktidarı eline aldıklarında düşünmeye başladıkları için her şey bu hale geliyor.
Bu ülkenin insanı da her toplum gibi belli bir kültürün mirasını koruyup, belli bir gen havuzundan ve uygarlık seviyesinden şekillenmiş durumda. Kendi ülkem için 21.yy’dan geriye doğru gidip “Nereden başlıyor bu hikaye?” dediğimde, hep İslam’ı bulmuşumdur. Ondan öncesi başka bir dönem, ondan sonrası başka bir dönemdir. Zira, İslam öylesine müdahil bir dindir ki neredeyse her şeye karışmış ve bu doğrultuda önüne geçen herhangi bir şeyi yok etmekte tereddüt etmemiştir. Dolayısıyla devlet olarak islami kültür ve kavramlarla büyüyüp, 2021 yılına geldik. Tabi ki  benim gibi İslam’ın herhangi bir kuralıyla rotasını belirlemeyen binlerce insan olmasına rağmen, yaptığı her şeye İslami referans bulmakta çekinmeyen bir güruh tarafından yönetiliyoruz. Dolayısıyla bu kavramların ne olduğunu bilmek gerekir. Öncelikle, İslam-Arap kültüründen alınan ve bugün siyasilerin ağzına yuva yapmış neredeyse tüm kelimelerin, aslında birinci anlamına gelmediğini söylemekle başlamak lazım. Bunlardan bazıları dâvâ, hukuk, devlet, meclis, müebbet, bekâ şüphesiz. Ama “siyaset” kavramına gelecek olursak, ne demek olduğunu benim diyen siyasetçinin bile tarif etme ihtimali yok. “Siyaset etmek” Osmanlı’da “İdam etmek” anlamındaydı mesela. En azından “Politika”, “siyaset”ten daha açıklayıcı, “Poli ve tika” yani “çok” ve “yüz” sözcüklerinden oluştuğunu biliyoruz. Örneğin İstanbul’da bu kavramları  10 kişiye sorsak 10 ayrı cevap alırız. İşte dalavere burada başlar.
Dünyayı Doğu ve Batı olarak ayırırsak, Batı’da bu kavramların ne olduğu çok net bellidir ve adı üstündedir. Bizde ise adeta istismar edilsin diye, muğlak bir şekilde, içi fazlasıyla doldurulup boğulmuştur. Kim tarafından istismar? “Allahın yer yüzündeki gölgesi” tarafından. Kim bu? Devlet adamı. Devletin kelime anlamı nedir? Şans. “Başına devlet kuşu konduysa” eğer, çok şanslısın demektir. Dünyadaki devlet algısını ve kavramını düşünün; “Şans”la nasıl bir ilgisi olabilir ki ? Ama bu topraklarda, devlet “şans” demektir. Yani devlet bize getirse getirse şans getirir! “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”. Böyle bir kültürde devleti eleştirip, siyasileri yerinden edip, halk eliyle bir yönetim sistemi olur mu ? Olmazsa son 19 senede olduğu gibi devamlı yönetilecek ve devamlı hatalarını bizim üzerimizden düzeltecek beceriksiz insanlarla karşılaşacağız.
Yukarıda da bahsettiğim gibi tüm kavramların istinat duvarının İslam olduğunu düşünürsek, oradaki devlet algısı da Nisa Suresi 59.ayet’te “Ul’ul emre itaat edin”dir. Yani, devleti yönetenlerin emirlerine uyun.
 
Devlet, hem bir şans timsali; hem itaat edilecek bir mekanizmadır. Devletin kutsallığı bu kadar açıkken, bu devleti yönetenin kutsallığı sorgulanır mı? O da “Allahın yeryüzündeki gölgesi, dinin kılıcı ve kâfirlerin korkulu rüyası” falan oluyor işte. Kavramların asla sorgulanmadığı bir dünyada, onların çok büyük anlamları varmış gibi dikkat dağıtmak kaçınılmazdır.

Gelelim, Meclis sözcüğüne. Meclis ne anlama gelir desek, acaba kim aslolan amacından bahseder ? Kelime anlamı “Cülus edilen yer”dir Meclis’in. Cülus töreninden de bildiğimiz gibi, “oturmak” anlamındadır ve Padişahın tahta oturmasından gelir bu sözcük. Meclisin işlevi nedir peki ? Ne yapar ? Neden onları seçeriz ? Ve neden “vekil” denir onlara ? Yozgat Çekerek’in su sorunundan bahsetsinler diye mi? Gerçekten hayır. Solcuların gözlerini tekmeleyip kör etsinler diye de değil, bilemediniz. Meclis’in aslolan tek bir görevi vardır; Vergileri denetlemek! Verdiğimiz vergilerin nereye gittiğini denetleyip kontrol etmek ve bize bu doğrultuda güvence vermek. Peki bugün en büyük sorunumuz nedir ? Vergilerimizin nereye gittiğini bilmediğimiz gibi, uydurulmuş vergiler verip neredeyse devlete vergi ödemek için çalışan milyonlarca insandan biri olmamız. Çünkü iş dönüp dolaşıp aynı yere geliyor; kullandığımız -hatta bizzat içinde olduğumuz- kavramın ne demek olduğunu bilmezsek, içinin nelerle doldurulması gerektiğinden haberimiz olmazsa, işte böyle istismar üzerine istismar ediliyor.


Hukuk kelimesindeyiz. Sıralamayı herhangi bir şey gözeterek yapmıyorum. Öyle olsa hukuku en başa koyardım fakat listeye buradan giriş yaptı. Kelime anlamına gelmeden önce, “Hukuk” denildiği zaman aklınıza ne geliyor? diye bir röportaj yapsak ne denir? Peki size sormuş olayım aynı soruyu: Cübbe, arzuhalci, mahkeme salonu, mübaşir, Savcı… Ne çağırıştıyor hukuk size? Kelime anlamını bilmediğimiz şeyler, bizi o kavramın içinde buhar ediyor. Hukuk, haklar demektir. Peki neyin hakları? Tabi ki de kendi haklarımız. İnsanlık hakkı, yaşama hakkı, barınma hakkı… Aklınıza ne geliyorsa hepsinin adı hukuktur fakat bugün bu ülkede insanların “Benim hakkım” diye hayal edebildiği bir olgu söz konusu bile değildir. Hak verilmez, alınır; fakat buralarda tam tersidir. Günün sonunda, hepsinin dini referansı vardır zira. Hakk, Allah’ın 99 isminden en meşhurudur ve insanlar oğullarına Hakkı ismini verirken oraya atıfta bulunur. Bir haksızlık mı var ? O halde Cenab-ı Hak öyle istemiş, mahkemeye gidip hukuk içinde kendi hakkımı arayamam. “Ne yani sen Cenab-ı Hak’tan daha mı iyi biliyorsun”? 90 sene önce modern hukuk geldi diye, terk edilecek değil 14 asırlık müesses inanç. Daha hukuk kavramının bile ne olduğu belli değilken; hukuki cezalar, yaklaşımlar, içtihatlar, emsaller nasıl belli olacak? Dolayısıyla, müebbet hapis cezası alan birisinin, müebbet hapis cezası almadığı  (24 yıl sonra tahliye) bir hukuk sistemimiz var. Dâvâ kelimesi zaten tamamen siyasi bir kavram artık. Kutlu dâvâ… Şanlı dâvâ… Dönmem bu dâvâdan… Halk arasında, birine dâvâ açmanın herhangi bir karşılığı yok. Bir hukuk kavramını, hukukun bağırından söküp almak siyasete ne kazandırır? Oy. Hukuk, bir oy karşısında nedir ki! Hukuk dediğin nedir yani ? Devlet adamı söyler ve hukuk olur. Çok mu iş! Hükümet ve Hâkim kelimelerinin aynı kökten geldiğini düşünürsek, çok da şaşırmamak lazım.



Bu ülkenin insanı, kendisi hakkında karar veren siyasi iktidarlara dini meşruiyet sağlamakla görevlidir adeta. Zira hiçbir kavramın, hiçbir fikrin tam olarak tarifi yapılmamıştır. Evet belki de neredeyse hepsinin Batı kökenli olması bunda etkendir fakat kendi kültürümüzde bunların karşılığının olmaması da bizim sorumluluğumuzdadır. Neden hiçbir örfi, dini, tarihi “sakatlığımızla” özgüvenli ve samimi bir şekilde mücadele edemeyiz? Neden yan yana gelmesi facia olan bazı kavramları birbirinden ayırmakta bu derece güçlük çekeriz? Bizim yerimize bunları yapan birilerini bekleriz de bu yüzden. Neden öyle olduğunu soranlara da “Siz bilmezsiniz / Size anlatmak da istemem” minvalinde cevaplar verilir. Sezai Karakoç’un bu şiiri, aslında Batı ve Doğu arasındaki müthiş uçurumu muhteşem bir şekilde ortaya koyar ve kendini tabi ki bu tarafta konumlandırır. Fakat şiirin başlığı bile tam olarak yukarıda işaret etmeye çalıştığım muğlaklığın itirafı gibidir; “Ötesini Söylemeyeceğim”. Bu coğrafyada, bir şeyi bilen insanlar “Ötesini söylememekle”, “Anlatsam da anlamazsın zaten”e iman etmekle kendini bir çıkmaza sokmuştur. Kendi etrafına ateş yakan bir akrep gibi… Dolayısıyla devamlı, mutlaka “yukarıdan” olmak suretiyle bir şeylere maruz kalacağımıza inanırız.  Kontrol asla bizde değildir. Yaşlı annesini döven adama araba çarptı “Allah işte… Sopası yok”. Sopası hukuk olmayan milletlerin, görünmeyen sopalarla korkutulması tarihte yeni değildir. Sopaya ihtiyaç olması bile yeterince anlamlıdır.  Devamlı bir edilgen, reaktif durum söz konusu. Buradan ne çıkar? “Allah bilir”, “Allah’ın hikmeti”, “Allah nasip etti”. Direksiyona geçmekten imtina eden fakat direksiyonda kimin olduğunu bilmeyen bir ademdir buraların insanı. Bunu öğrenmek onu tedirgin eder. Halbuki, yoldaysak, arabayı kimin sürdüğünü bilerek içimiz rahatlar. Yol demişken, “tarikat” kelimesinin “yol” anlamına gelmesine şaşıracak mıyız? Bu coğrafyanın insanı yolda olmadığı için, hiçbir zaman yola çıkmaya cesareti ve ehliyeti olmadığı için, tarikatlara başvurur. Tarikatlar hem direksiyona geçer, hem sizi yola çıkarır çünkü. Yolda olmak zorunda olduğumuz bir gerçek; yola hazırlanmak için ise yalnız kalıp düşünmek gerekir. Bizim insanımız ise cemaatler yoluyla hareket etmeyi daha güvenli bulduğu için tevessül etmez bunlara. “Mürşit”, yol gösterici demektir ve tarikat şeyhlerinin birinci unvanıdır. Hatta siyaset kelimesinin, siyasa’dan geldiğini ve yol demek olduğunu da paylaşmaktan mutluluk duyarım. Hem nalına, hem mıhına yani! Bir taraftan politikacılar, bir taraftan tarikatçılar bir “yol” peşinde.

 Bu ikircikliğin başladığı yer İslam’dır şüphesiz; hiçbir şeyi tam tarif etmediği için. Etmek zorunda da değildir. Kutsal kitap sonuçta, yemek tarifi kitabı değil ! Demek istediğim “Dinin direği” dediği namazı bile tam tarif etmeyen bir kitabı okuyanlar, “Galiba bazı şeyleri bizim anlamamıza gerek yok, birileri geliyor ve bizim yerimize karar veriyor, biz çok da şey yapmayalım” diyor işte. Hatta namaz kelimesine gidecek olursak, Farsça kökenlidir. İran’daki mollalar vasıtasıyla bize gelmiştir. “Dinin direğini”, endirekt olarak almışız yani. Bunu bilen fetbazlar da dini, yığınları yönlendirip kalabalıklarından yararlanmak için kullanıyor. 14 asır boyunca işleyen bir tembellik mekanizmasından bahsediyorum. Hele bir de “demokrasi” diye bir et sürüsü tahakkümü varsa ortada, istismar, istismarı doğuruyor. Nur topu gibi dinin bembeyaz örtüsüyle kapanmış, despotizm!

Kapanmış derken, Allah’ın sıfatlarından birisi de “Settar”dır. Yani “Üzerini örten, kusurları kapatan” diye açıklayabiliriz. Mevlana’ya atfedilen “Başkalarının kusurlarını kapatmakta gece gibi ol” sözü de aynı doğrultudadır. Neden devamlı kusur kapanıyor? Niçin sürekli bir yerlerde kusur var ve kapanmak zorunda? Kusurlarla yüzleşip, bir daha yapmamak için çaba sarfetmek kültürünü neden Batı sahiplenmiş de bizde devamlı bir kusur kapatan var. Niçin 19.yy’da Max Weber, “Protestan Ahlakı”nı yazmış da bizim  Sünni-Şii-Selefi Ahlak diye o çapta kitap yazılan bir çağımız olmamış. Ötesini söylese keşke birisi!  

 Her kavramda ihtilaf olması iyidir aslında ama bu tartışma ortamı yaratmıyorsa ve o ihtilafların hepsi hüküm belirtiyorsa, büyük bir nefes darlığıdır bu. En temel konularda bile herkes aynı şeyi söyleyemiyor bu kültürde; Kur’an’ın ilk emiri olan OKU’dan, çok eşliliğe; sanattan, spora, ekonomiden, iftar saatine ve bayram gününe kadar en ufak bir konuda bile mutabakat sağlanamıyor. Dolayısıyla, çok karışık ve “kafamızın basmayacağı” şeyler varmış algısı oluşuyor.
Dünyamız küçüldükçe küçülüyor bu bakış açısıyla. Futbol, Kerbelâ’da kesik kafalarla yapılan bir eylemden geliyor; enstrüman çalmak günah, şarap içersen 40 gün vücudundan çıkmaz, kırmızı giyme, dans etmek mekruh, gece tırnak kesme, ıslık çalıp şeytan çağırma, yüksek sesle müzik açma, yazılı tshirt giyme… Bla bla bla… Hayat ne kadar büyürse, o kadar kontrolü kaybedeceklerine inanıyorlar. Hayat pratiği ne kadar azalırsa, tekeline almak o kadar kolay zannediyorlar. Halbuki hayat bizden bağımsız devamlı büyüyen ve gelişen, akan bir şey. Kontrol edemediği her şeyden nefret ediyor bu coğrafyanın insanı. Kaldı ki dinin hayatta bir karşılığı olup olmadığını bize göstermeleri gerekmez mi? Evlerinin ve eve benzeyen mekânlarının dışında asla yoklar. Şiddeti de sevgiyi de oralarda icra ediyorlar.
Bu, insanları hiçbir şey yapmamaya ve itaatkârlığa itiyor; yönetme ve baskın olma pratiğimiz köreliyor, böylece itiraz edip sorgulama hasleti kaybolup gidiyor. Neticede, yöneteyim diyenler saldırıyor; iyi yurttaş olayım diyenler, kadın profillerinin altında kullanılmış çorap dilenen ruh hastalarına dönüşüyor. Bu da emin olun ki siyasi iktidarların alçaklıklarını makyajlıyor. Devletin kullanılmış çorabı da en az sokaktaki adamın kullanılmış çorabı kadar pistir! Devletin ayakları, çocuğumuzun-sevgilimizin boynundan daha güzel kokmaz. Kokamaz!
İslam’ın neredeyse geliş sebebi olan ve ısrarla vurgulanan “La ilahe illa İlah” sözünü de bu makamdan okumak gerekir. “Allah’tan başka ilah yoktur”. Neden bu kadar ısrarla? Birileri, Allah’tan başka ilahlara tapmaya hazır ve hevesli mi yani? Yoksa o birileri, devlet adamları mı ? Yoksa iktidar, yani kudret, yani “El Kadr” bazen amacından sapıyor da Allah’la iç içe geçmiş devlet adamları mı yaratıyor? O devlet adamları kendilerini Allah olarak görmese bile; hiçbir kavramın ne demek olduğunu bilmeyen, üzerine düşünmeyen ve sadece inanmak için çırpınan bu kalabalık, onları Tanrı olarak mı görüyor ? Ötesini Söylemeyeceğim…