İç geçirerek anlatacağım bunu ben
Nice çağlar sonra bir yerde
Bir ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben
Ben gittim daha az geçilmişinden
Ve bütün farkı yaratan bu oldu işte
Robert Frost
Gitmek ve gelmenin ne demek olduğunu bilerek doğmadım. Dünyaya gelmişim haberim yoktu; gideceğim, haberim olmadan. Burada, geldiğim yerde ölmeme de izin vermediler. Allah mı? Ona şükür elbet. Saddam ? Küçükken, onun döneminde daha mutlu olduğumuzu hatırlıyorum. Ben, kendimden daha yukarıda bu ikisinden başka kimseyi tanımadım. Erbil’den Kürt olmadığım için, Felluce’den Caferî olmadığım için kovulduğumda da tek düşündüğüm şey, bir yerde kalabilmekti. Kovulmak dediysem, kovalanmak da diyebiliriz buna. Artık evlerimizin camları taşlanmaya başlandığında yeter dedim ve babama gitmemiz gerektiğini söyledim.
Kalabilmek… Durabilmek… İnsanın bir yerinin olması, orada huzurla yaşaması ve balkondan düşen bir kahkaha. Sadece bunun hayaliyle yaşıyordum. Çocukken, hayal meyal de olsa hatırlıyorum böyle bir şey.
Aslında tek başıma kovmadılar beni; babam, annem ve 9 kardeşimle birlikte düştük Bağdat’ın çamurlu yoluna. Kulağımda kulaklık yoktu; Osmanlı caddesindeki akrabamızın evine vardığımızda alacak sıcak bir duşum ve uzanacak yatağım da yoktu ama gövdemin konumunu değiştirmek zorundaydım işte. Sakın şikayet ettiğimi sanmayın, ben şu an bunları yazabiliyorsam bu Allah’ın lütfundandır. Ona her zaman şükürler olsun.
Önce durabilmeyi amaçlıyor insan böyle bir hayatın içinde. Durup nefes alabiliyor musun ? O halde her şey mükemmel.
Dünyada, bir türlü kalamayacak kadar çok yer değiştiren birisi, işin püf noktasının bu olduğunu öğreniyor. Durup nefes almak. Kaç gece uyanıp, annemi ve babamı nefes alıyor mu diye kontrol ettiğimi hatırladım şimdi. Garip günlerdi.
Biz, birkaç gün nefeslendiğimiz akrabamızın yanından, yeni tuttuğumuz eve geçmek üzere hareket etmiştik. Artık Bağdat’taydık ve Felahiye semtindeki küçük evimize geçtik. Küçük dediysem, o kadar da küçük zannetmeyin, tam 12 kişiydik biz ve misal İngiliz bir aileyi korkutacak kadar büyüktü yeni evimiz. Dört odasının birisi daha önce yaşanan patlamadan dolayı harap olmuş, üç oda kullanılabilir ve şans eseri banyo ve tuvalet, sokağa bakan o açık kısımda değil de duvarın bu tarafındaki iç kesimde kalmıştı. Allah’ın bir lütfuydu bu, kışa kadar gerekirse onarır; badana yapacak kadar bile düzeltebilirdik burayı.
Babamla sabah erkenden çıkıp iş aramaya başladık. Daha önce Felluce’den tanıdığımız, Caferî olmasına rağmen bizi hiç dışlamamış bir arkadaşım vardı. Bir yerde bir türlü duramadığımız için herhangi bir meslekte de ehlileşememiştik. Çok çeşitli işlerde çalıştık; servis şoförlüğü, marangozluk, inşaat ve hatta polislik bile yapmıştım bir dönem. Babama bir servis bulduk ve yakınlardaki bir semte işçileri bırakıp gelecekti her gün. Bense inşaat işine girdim. Çok kolay iş bulduk ve içimiz ilk etapta rahatladı. Allaha şükür fazla beklemeden, evimize bakabilecektik.
O günlerde Irak’ta karışık olmayan ya da bomba patlamayan bir yer neredeyse yoktu. Aslında bombalar da çok dert değildi, kaderimizde varsa bu zaten olacaktı ama normal hayatımıza devam edemez olmuştuk. Irkçılık ve işsizlik bizi Bağdat’a sürüklemişti; en azından ilk aşamadaki tek kriterimiz, bu iki konuda sıkıntı çekmemekti.
Aslında en güzel yer Musul diye duydum ama oraya hiç yolumuz düşmedi. Olsun, Bağdat da güzel bir yer; sapsarı bir kum fırtınası az önce dinmiş de şehre tesadüfen renk vermiş gibi. Allah, kumlu ellerini Bağdat’ın üzerinde çırpmış derdim ben şakayla karışık, babam kızardı.
Burası sıcak. Gerçekten çok sıcak. Özellikle inşaatta çalışırken, güneşle kaç kez göz göze geldiğimi sayamam. Keşke bir tuş olsaydı ve kapatabilseydim onu bir süreliğine. Yine de alışmıştım, iş arkadaşlarım iyi insanlardı. Başımızda Türk bir mühendis vardı ve dediklerinden pek anlamasam da onu da severdim.
En çok zorlandığım konulardan birisi, işten toz toprak içinde dönüp su kesintisinin olduğu 2 saatlik o aralığa denk gelmekti. (Bağdat’ta elektrik de su da 2 saat aralıklarla verilir).Bazen yemek bile yiyemeyecek kadar pistim. Yine de bir yemek olduğu için şanslıydım tabi Allah’a şükür.
Toz toprak içinde evin önünde oturup sigara içtiğim bir gün, karşı evdeki bir kız çarptı gözüme. Leş gibiydim. Bu tarz konulara çok zamanım olmadığından, nasıl yaklaşacağımı bilmesem de bu güzelliği anlamak için çok yetenekli olmaya gerek yoktu. Bu çirkef içinde, bu yorgunluk, açlık ve yabanlık içinden bile sıyrılıp keşfedeceğim bir çift gözdü bu. Önce baktım ve güldüm, o da baktı ve karşılık verdi. Sonra ne yapsam diye düşünürken, annem çağırdı: “Said… Sular geldi”.
Gidip duş aldım, aklımda o vardı. Yemek yedim, yine aklımda o vardı. Bu defa elimde çayla çıktım dışarıya, karşımda o vardı. Pencerenin arkasındaydı ve en azından evin önüne çıkmasını bekledim. Gözlerini benden aldı, evin karanlığında kayboldu ama ben yanıma geleceğini anladım; birkaç adım atmıştım ki buluştuk. Biraz sohbet ettikten sonra Bağdat’lı olduğunu, babasının öldüğünü öğrendim. (Cesaretlendirmişti bu beni). Abisi de varmış fakat evliymiş ve maddi manevi pek ilişkileri yokmuş. Telefon numaramızı verdik birbirimize ve konuşmaya başladık. Onun da bana ilgisinin olduğunu öğrendiğimde çok sevindim. Artık devamlı konuşuyor ve evin önünde birbirimizi daha da yakından tanıyabileceğimiz sohbetler ediyorduk. Bağdat’ta, hatta Irak’ta, kadın ve erkeğin öyle herhangi bir yerde nikahsız oturabilme ya da el ele gezme ihtimali söz konusu bile değildir. Bu yüzden onunla evlenmek istediğimi söyledim, o da kabul etti. Durumu aileme anlattım ve onların rızasını da aldım. Babam, kızın isminin Zehra olduğunu öğrenince “Güzel isim” dedi. Daha sonra Zehra ile Bağdat’ın merkezindeki nikah dairesinde nikah kıyıp evlendik. Bizimle kalmaya başladı, hayatımızı bir şekilde yoluna koymuştuk.
Size biraz da Bağdat’tan bahsetmek istiyorum; Caferî ve Hanefîlerin yarı yarıya ayrıldığı, iki tarafın da birbirinden hoşlanmadığı(!), 2003 yılında ABD askeri şehre giriş yaptığında balkonlarına ABD bayrağı asılan bir şehirmiş burası. Tabi ki aradan 15 sene geçtikten sonra artık ABD askeri kalmamış şehirde ama her şeyin içini öyle boşaltmışlar ve kepazeliği öylesine körüklemişler ki ortada hiçbir kuvvetin olmadığı, küçük kuvvetçiklerin kol gezdiği bir şehir düşünün. Saddam asıldığı gün kutlama yapılmış, halk sokaklara dökülmüş sevinçten; şu an ise ‘Saddam döneminde daha iyiydik sanki’ diye söylenmeye başladılar. Aslında bunlar Irak’ın her yerinde konuşulur ama Bağdat, Irak’ın kalbidir ve burada konuşulanlar direkt Irak’ın sesidir.
Ve polisler… Bunlara ayrıca değinmem gerek. Devletin en çok sevdiği kesim olan polislerin aylık geliri 2 bin dolar, rüşvet hariç! Zaten Bağdat’ta eğer polisseniz çok zenginsiniz, değilseniz çok fakir; ortası yok. Onlarla göz göze gelip de cebinizdeki tüm parayı onlara vermeden evinize gidebilmeniz mümkün değildir. Para yoksa, dayak yersiniz. Dayak da mı yok, o halde karakola gidersiniz. Karakoldan sonra çok büyük ihtimalle bir daha evinizi göremeyeceksiniz. Öylesine korkardık ki polisten, öylesine sevmezdik ki onları… İnsan en çok, korktuğu zaman sevgisizleşiyormuş. Nasriye Hapishanesinde kaç arkadaşımın cesedinin bile bulunamadığını ben biliyorum. Anne ve babalar, oğullarının cesedi için bari bu cehennemin kapısında ömürlerini çürütürler ve Saddam döneminden kalma bir askerin nefret dolu sesinden şunu duyarlar: “Bugün işimiz var, yarın bakarız”. Anne-baba olmanın bu kadar zor olduğu ama inatla anne-baba olunan başka bir şehir daha yoktur; Bağdat!
Öyle hatıraları var ki insanların, insan olduğunuzdan utanıyorsunuz. Arkadaşım Hüseyin’in abisi, askerden kaçtığı için, yakalanıp meydanda kurşuna dizilmiş ve attıkları kurşunun parasını hemen o an annesi ve babasından istemişler. Kadın, geri kalan ömründe yanında para taşımamış bu yüzden. Düşünebiliyor musunuz? Bağdat’ta hayat, hayata benzemiyordu. Buna alışmak ise insanı kendinden korkutuyordu.
Ben alışmamıştım. Rüşvete, yalana, iftiraya daha fazla dayanmamayı kafama koymuştum. Bir boşanma davası için 25.000 dolar rüşvet istenilen bu şehirde artık El Kaide’den de bıkmıştım, DAEŞ’ten de, polisten de askerden de.
Zaten, gitme yollarını aradığım günlerden birinde işten eve gelip Zehra’yı ağlarken gördüm. Ne olduğunu sordum ve polis olan abisini kaçırdıklarını söyledi. El Kaide neredeyse her gün birilerini kaçırıyordu ve artık çok yorulmuştuk. Abisini hiç görmemiş olmama rağmen epey üzüldüğümü hatırlıyorum. Muhtemelen hep yaptıkları gibi fidye isteyeceklerdi, Zehra bir yandan yengesini arıyor, bir yandan bize bilgi veriyordu. El Kaide 30.000 dolar fidye istediğini, aksi halde abisini öldüreceğini söylemişti. Abisi polis olduğu için bu para sorun değildi, bir şekilde ödendi ama olan biteni asıl geldiğinde görmüştük. Abisinin yüzü dayaktan tanınmayacak haldeydi ve sırtına ütü basmışlardı. Apar topar hastaneye gittiklerinde, ben valizimi hazırlamaya başlamıştım bile. Artık bu ülkede duramazdım. Evet burası bizim memleketimizdi ama her gün bu şiddet ve ölüm korkusuyla yaşamak bize de eziyetti. Biraz birikmiş paramız vardı, nereye gideceğimi hiç bilmesem de bu işleri Bağdat’ta ayarlayan onlarca kişi var. En güvenilir olanını buldum ve bizi buradan götürmesini söyledim. O da şu sıralar sadece Türkiye’ye yollayabileceğini, orada bağlantılarının olduğunu söyledi. Kabul ettim. Zehra, perişan bir vaziyette hastaneden geldiğinde konuyu ona açtım ve kabul etmekte zorlanmadı. O da çok yorulmuştu ve daha iyisini istemek bizim de hakkımızdı. Bundan şikayetimiz yoktu, Allah’a hep şükrettik. Ama çocuklarımızın burada, ölümün içine doğmasını, en azından ben istemiyordum.
Bağdat havalimanına yakın oturuyorduk, eskiden, ismi Saddam Havalimanı’yken oraya gitmiş olan amcamın anlattıklarına göre büyük bir yerdi. Annem ve babamla vedalaştık; çok mutlulardı ve özellikle annemin “Hadi bir an önce git” demesi, vedayı kolaylaştırmıştı. Beni istemedikleri için değil, nerede olursam olayım Irak’tan daha iyi olacağımı bildikleri için mutlulardı.
Yola koyulduk, kısa süre sonra havalimanına vardık. Pasaportlarımızı gösterdik, giriş yaptık ve İstanbul uçağına bindik. Özellikle uçak havalandığında sanki cennete gidiyoruz ve Miraç günü peygamberi göğe yükselten Burak’ın kanatlarındayız gibi bir hava hakimdi kabine. Zehra biraz korkmuştu ama eğlenceliydi de aynı zamanda. Hatta ben biraz fazla heyecanlanıp öndekilerin bakışlarına maruz kalmıştım. Çok mutluyduk, bilinmeze gitmemize rağmen. Bildiğimiz bir kötülükle, bilinmez bir kötülük arasında tercih yapmıştık ve biz şanslı olan taraftaydık. Tam 17 tane kuzenim öldürülmüştü Irak’ta. Çeşit çeşit sebeplerle. Onlardan biri olabilirdim sonuçta.
Yalnız değildim, Zehra vardı. Allaha şükrediyordum. Biraz korksam da bunu Zehra’ya belli etmemem gerekirdi. Üstelik beni orada karşılayacak bir arkadaşım da vardı. İsminin Salih olduğunu biliyordum ve telefonla devamlı iletişim halindeydik. İstanbul’a iniş yaptık. Tek bir kelime Türkçe bilmiyordum ve Türkiye hakkında duyduklarım sadece “Osmanlı ? Müslüman”dan ibaretti.
İstanbul, Bağdat’a benzemiyordu tabi ki. Çok kalabalık, iyi giyimli insanların olduğu, kadınların tenini görebildiğim bir yerdi burası. Anlayabildiğim kadarıyla da Bağdat kadar sıcak değildi. Havalimanının önünde Salih’le buluşmak için hareket ettik, o sırada Bağdat uçuşundan çıktığımızı gören birisi bize bir şeyler diyip arkadaşlarıyla gülüşmüştü. O zaman hiç Türkçe bilmediğim için anlamamıştım ama şimdi hatırladığım kadarıyla “Bağdat Caddesine gitmek ister misiniz?” gibisinden bir şeyler söylemişti. Sanırım İstanbul’da böyle bir yer varmış.
Salih, Zehra ve ben birkaç saat sonra kalkacak bir uçakla İstanbul’dan, yerleşeceğimiz yer olan İzmir’e gidecektik. Daha önce bilmiyordum ama yine sorduğuma göre sahil kenarında bir yermiş. Salih iyi bir insandı, bize her konuda çok yardımcı oldu sağ olsun. Müslüman olduğundan dolayı zaten aksini hiç düşünmedim.
Kısa bir uçak yolculuğundan sonra İzmir’e indik. Salih bizi birkaç gün evinde ağırladı. Ağırlıklı olarak Arapların kaldığı bir mahalledeydik ve bir sorun yok gibiydi. Sonraki günlerde önce elimdeki biraz birikmiş paramla ucuz bir eve çıktık. Evler burada çok ucuzdu ve çok sevinmiştim. Bağdat’ta 400 dolar olan ev kirası, burada 100 dolar bile değildi. Ayrıca 24 saat elektrik ve su olması benim için mutluluk vericiydi, sanırım hayatımda ilk kez böyle bir fırsat yakaladım.
Zehra ile ilk kez aynı evde yalnız yaşayacağımız için heyecanlıydım açıkçası. Onun mutfakta çok maharetli olduğunu biliyor, temizlik konusunda da özenli olduğunu görüyordum. Bu konu benim için yeterliydi. Onu mutlu etmek ve korumak için buraya getirmiştim; birbirimizi seviyorduk ve en büyük hayalim bir çocuğumuzun olmasıydı. İş bulduktan sonra mutlaka bir çocuk yapmak ve onun burada doğup büyümesini istiyordum.
Ertesi gün dışarıya iş aramaya çıktım ve ilk gün bir sonuç alamadım. Gerek dil bilmiyor oluşum, gerekse beni Suriyeli zannetmeleri ve bu konuda çok sert olmaları, işimi zorlaştırdı. Zehra bunu dert etmiyor, mutlu olduğunu bana gösteriyordu. Zaten mutlu olacağına inanmasa, benimle gelmek istemeyebilirdi; belki de mantıklı olan buydu. Ama biz Ortadoğulular, sevgimizi mantıksız bir fedakârlık yaparak gösteririz. Başka türlüsünü bilmeyiz.
Sonraki gün, iş aramaya, biraz uzak bir semte gittim. Orada bir boyacıyla anlaştım. Paramı günlük verecekti ve bazı taşınacak malzemeleri gün içinde bir sokak ötesindeki deposundan alıp getirecektim. Mutluydum, Allah nasip etmişti ve iş bulmuştum.
İlk zamanlar iş yerinde ve markette ciddi bir dil sıkıntısı çektim. Çoğu şeyi telefondan resmini göstererek tarif edebiliyor ve anlıyordum. Erkekler bizim oradaki gibi sohbet etmeyi çok seviyor, kimi zaman bu yüzden patrondan azar işitiyorlardı. Anlayabildiğim tek şey araba markaları ve Erdoğan sözcüğüydü.
Ben siyaseti hiç sevmediğim ve zaten anlamadığım için bu konulara girmek de istemiyordum. Hakkını vermem gerekir ki çok fazla bir ırkçılıkla ve dışlanmışlıkla karşılaşmadım. Patronumun karısı Meral Abla sağ olsun, temel ev eşyalarımı verdi. Eve ilk girdiğimizde hiçbir şeyimiz yoktu ve şu an yatak, buz dolabı gibi şeylere sahibiz. Allah’a şükür şartlarımız çok iyi. Tabi dışlanıyoruz, küçümseniyoruz ya da bize o gözle elbette bakıyorlar ama buna alışmıştım. Ben hayatım boyunca hiçbir zaman saygı görmedim ki. Ne öyle bir coğrafyada yaşıyoruz, ne de benim o saygıyı sağlayacak imkanlarım oldu. Evin içinde birbirimizi severdik biz. Saygı çok şansa kalmış bir şeydir bizim oralarda. Şimdi başka bir memleketin de yabancısı olarak kim bana, neden saygı göstersin ki. Böyle bir beklentim yoktu, bunun için de yakınacak değildim. Patron bazen paramı vermiyor ya da az veriyordu, bunun için hakkımı aramıyordum çünkü elimde olan işi kaybedebilirdim. Şükretmezsem daha fazlasını bulamazdım. Dediğim gibi, benim tek istediğim nefes alabildiğim bir hayattı. İçimde bu zamana kadar gördüğüm vahşetin yorgunluğu olsa da
Türkiye güzel bir yerdi.
İlk zamanlar biraz da mecburiyetten kimseyle konuşmadan, sadece Zehra’yla çay içip geleceği konuşuyorduk. Artık işe girdiğime göre çocuk yapabilirdik. Zehra da bu konuda istekliydi.
O gece mahalleden bir bağırış sesi duydum, dışarı bakmaya değer görmedim fakat vaveyla arttı ve 2 el silah sesi geldi. Balkona çıkıp baktığımda sarışın ve kısa boylu birisi, elinde silah, havaya ateş ediyordu. Karşısında da arkadaşları onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Korkmuştum tabi ama daha çok Zehra için. Benim böyle olaylardan korkma eşiğim çok yüksekti, Irak sokakları sayesinde.
Sabah onun kim olduğunu sorduğumda, bizim yan binada oturan Kerim isminde birisiymiş. Suriyelilerin mahalleyi istila ettiğini ve hepsini buradan kovacağını söyleyip sık sık yaptığı gibi dün de kavga çıkarmış. Hatta bu yüzden ona Saddam diyordu Suriyeli ve Türk komşularımız.
İşe gittim, patron, sabah şarap içiyordu. Bunun karşısında çok şaşırdım ve rahatsız oldum. Evet belki içilebilirdi ama akşam dükkanı kapattıktan sonra; sabah bu iş olmaz. Hemen ordan uzaklaştım ve bir daha gitmedim. Alkol olan yerde, benim olmam doğru olmaz. Kendime yakıştıramam bu günahı.
Belli bir süre işsiz kaldım ve bol bol komşularımızla konuşmaya çalışarak Türkçemi geliştirmek istedim. Artık en azından temel şeyleri anlayabiliyor ve gün geçtikçe geliştiriyordum dilimi.
İş yerinden arkadaşların aracı olup bana ulaşması sonucu bir apartman temizliği işine girdim. Kapıcı gibiydim ama o apartmanda kalmıyordum, sadece temizlik işlerine bakıyordum. Burada da mutluydum, Allah nasip etmişti. Apartman sakinleri, muhtemelen Suriyeli olduğumu düşündükleri için, ekmek almamı istemediler. Bunu artık anlayabiliyordum. Dediğim gibi, alıştığım bir şeydi bu. İnsan, bir yerden sonra bomba sesleriyle uyumaya bile alışabiliyor. Alışkanlık evet rahatlatıcı ama asla uyumamanız gereken bir yataktır. Ona kendimi kaptırsaydım ya mezarda bulacaktım kendimi ya da Kaide gibi bir örgütün bayrağını sallarken. Alışmamak için geldim buraya. Bu yüzden, nasılsa ekmeklerine benim dokunmamı istemiyorlar, diye ellerimi daha seyrek yıkamaya başlamadım, alışmadım buna. Tam tersi, daha da temiz oldum. Kimse bana pissin dememişti ama bırakmadım kendimi bu imâya. Ne üzülüp yataklara düştüm, ne de ‘siktirin gidin’ diyip arkamı döndüm bu ekmek mevzusuna. Kendimi devamlı geliştirmek istiyordum, Zehra ve çocuğumuz için.
Apartmandaki insanlar sağ olsunlar bana kullanmadıkları eşyaları verdiler ve evimde eksik olan bazı şeyleri temin ettim. Zehra çok sevinmişti. O çok konuşmaz, mutfak işleriyle ilgilenir ve küçük televizyonumuzdaki Arap dizilerine bakardı. Çok da dışarı çıkmamaya başlamıştı son zamanlarda.
Bir süre çocuk yapmayı denedik. Zehra’dan o mutlu haberi bir türlü alamadım, belki de ben ona veremedim. Yine de sabretmek lazımdı, Allah büyük.
Gece yine bir kavga sesiyle balkona çıktım. Saddam dedikleri Kerim yine aynı şeyleri yapıyor ve bu defa küçük bir çocuğu dövüyordu. Evimizin balkonu, sokağa atlayabilecek kadar alçaktı. Atladım hemen ve çocuğu elinden aldım. Bana da vurmaya kalktı, kendimi korudum. Ben ondan çok daha uzun boyluydum ve mukavemet göstermem zor olmadı. Aslında onu orada yumruklayabilirdim fakat Zehra’yı düşündüm, ben yokken ona bir şeyler yapabilirlerdi. Tabi korkak görünürsem de bu defa bana huzur vermezlerdi. Tam ikisinin ortası bir kararla, eve doğru gittim. Arkamdan küfürler savurdu ve “Hepinizi öldüreceğim. Kendi ülkenizde savaşmaya götünüz yemedi, burada bizimle savaşacaksınız di mi... Çocuk yapacak kadar keyfiniz yerinde ama…” dedi. Sanki biliyordu çocuk yapmak istediğimizi, bu bana mizahi geldi ve sinirlenmek yerine gülümseyerek apartmana girdim.
Çocuk yapmanın keyifle olan ilgisini anlayamamıştım. Bağdat’ta biz 9 kardeştik ve keyfimiz mi vardı yani ? Aynı şekilde Zehra’lar 6 kardeşti. Arkadaşlarımdan 13 kardeş olan bile vardı ve hiçbirinin keyfi yerinde falan değildi. Ben buraya keyif yapmaya değil, yaşamaya ve yaşatmaya gelmiştim sadece.
Birkaç dakika sonra biraz hava almak için balkona çıktığımda, yan apartmanda sağ çarprazıma denk gelen balkonda devamlı oturan bir abi seslendi bana; “Şşşht. Şşşhht..." Göz göze geldik: "Dö Gol… İyiydin ha afferin… Hep böyle ol ki seni de yazabileyim bir gün”. Sürekli balkondaydı abi, önünde bir ekran, bir şeyler yazıyordu. Ara sıra durup etrafı seyrederdi. Ben güldüm sadece “Sağ ol abi” dedim. Gurbette hem de kendi vatanınızda da değilseniz temas ettiğiniz herkesin kim olduğunu öğrenmek istiyorsunuz. Belli bir seviyede kendinizi güvende hissedecek kadar en azından. Bizim komşulardan birine, bu abinin kim olduğunu sordum. “Haa o mu… ‘Fransız’ deriz biz ona. Yıllarca Fransa’da yaşamış ama karısına ödediği nafakadan artık o kadar fakirleşmiş ve canından bezmiş ki beş parasız bir şekilde buraya kaçmış. Çok eskiden dedesi otururmuş bu dairede. İşte yazı yazar sağa sola, kendi yağında kavrulur gider. İyidir ama Fransız, kimseye zararı yoktur.” dedi ismini henüz öğrenmediğim ve sormaya da utandığım abla. Yarısını anlayamamıştım o an dediklerinin ama dili daha iyi öğrendikçe böyle eskileri hatırlayıp ne dediğini çıkarmaya çalışmak çok zevkliydi.
O gün işe gittim. Birkaç eşya taşıttılar, temizlik de epey ayrıntılıydı. Çok yoruldum. Hayli de zorlandım eve dönerken.
Sokakta patırtı yoktu akşam. Allah bir şekilde işimi de huzurumu da vermişti. Zehra ile çocuk konusunu konuştuk ve yarın doktora gitmek istediğini söyledi. Ben öncelikle tek başıma gidip kendimi muayene ettirmek istedim. Kararlaştırdık ve sabah apartmandaki işlerimi bitirdikten sonra hastaneye gittim. Şunu da arada belirtmekte fayda var ki muayene olmamız evet ücretsiz ama hükümetten herhangi bir para almıyoruz. Ayrıca ne kadar söylersem söyleyeyim kimsenin inanmadığı o gerçeği size de söyleyeyim; oy kullanmıyoruz! Buna neden herkes bu kadar takıntılı ve bu konuda asla hiçbir şeye inanmıyorlar bilmiyorum ama gerçek bu. Zaten size neden yalan söyleyeyim ki hiçbirinizi görmedim bile.
Hastanede işimi halletmem epey zor oldu çünkü buradakiler Bağdat’a benzemiyor ve ilk kez böyle büyük ve yeni bir hastaneye geldim. Yine de sağ olsun insanlar yardımcı oldu ve bir şekilde doktorun odasına girdim. Tabi bir de orada bir mücadele vardı. Türkçe’yi öğrenmek aslında zor değildi ama onların konuştuğu dili biraz eskitmek gerekiyordu bizim daha rahat anlamamız için. İşte mesela “anlamak” değil de “İdrak” denildiği zaman bir şeyler anlıyorduk biz de. Doktor ise neredeyse hiçbir dediğimi anlamadı. Mahalledeki çoğu insanla anlaşabiliyordum ama doktor belki de anlamak istememişti biraz da. Çok zorlandım. Beni yollamak istedi, Arapça bilen birini çağırmak istedi ama başarılı olamadı. En sonunda yine ilk geldiğim günkü halime dönüp telefonu çıkardım ve hem çeviriden, hem de fotoğraflardan, ona derdimi anlattım. Hatta internete “Bebek” yazıp üzerine çarpı işareti koyduğumda çok güldü. Sonuçta derdimi anlatmıştım!
Muayene bittiğinde, doktor “Varikosel” diye bir şeyden bahsetti ve bunun ameliyatını olmam gerekiyormuş. Ameliyat olursam, büyük ihtimal çocuğum olacakmış ama ameliyattan önce imkânsızmış. Aslında sevindim bir çözümü olmasına ama ameliyat parasını denkleştirebilmem nereden baksan birkaç senemi alacaktı. Bu beni biraz üzdü çünkü Zehra’ya ‘birkaç sene sonra’ demek istemiyordum.
Eve bunları düşünerek dönerken, Iraklıların fırınına denk gelip bizim oranın ekmeklerinden aldım. Gerçekten güzel kokuyor ve Bağdat’ı pek sevmesem de bana ailemi hatırlatıyordu. Eve geldiğimde Zehra her zamanki güler yüzüyle karşıladı beni ve o gün fasulye yapmıştı. Huzurumuzu sağlamıştık Allah’a şükür. Akşam çay içerken konuyu açtım ve ameliyat olmam gerektiğini söyledim; eğer tüm paramızı ameliyata yatırırsak, bu defa da buradaki hayatımızı riske atmış olacaktık. Zehra bu ikilemden etkilendi ve ağladı. O ağlayınca çok üzüldüm ve “Bir çaresini bulacağız merak etme” dedim. Gözyaşlarını silerken “Kendimi çok hazırlamıştım hamileliğe, utanıyorum senin yanında gezerken sanki başka bir şeyinmişim gibi” dedi. Bu çok dokundu bana. “O halde” dedim: “Biz de evin içinde sen hamileymişsin gibi yaparız”. Birden gülmeye başladı ve “Dalga geçme” dedi. Gerçekten dalga geçmiyordum, tam hamilelik şişkinliğinde pamuktan bir karın yapacaktım ona ve öyle gezsin istedim. Zaman geçtikçe de bunu büyütürdüm. Onun üzülmesine ve sürekli karnına bakmasına artık dayanamıyordum. En azından bir süre böyle kendini iyi hissederdi. Şakayla karışık da olsa böyle bir şey yaptık. Morali düzelir gibi oldu.
Ben bu zamanda ek işler bakmaya çalışıyordum. Bir yandan da Bağdat’ı arayıp biraz para istedik eş dosttan. Sağ olsun kırmadılar bizi ve yolladılar. Bizim için para yollandığında alabileceğimiz bir ofis var burada, yani bir nevi “Irak PTT’si”, gidip oradan aldık paramızı. Zaman geçiyor ve biraz daha büyüyorduk.
Bir gün eve dönerken, üçüncü kattan birisi bana beklemem gerektiğini ve birazdan aşağıya geldiğini söyledi. Vücut dilinden anladığım kadarıyla pek hayra alamet değildi. Zehra’yı eve yolladım ve beklemeye koyuldum.
Geldiğinde “Sen nasıl Müslümansın lan” dedi. “Niye” dedim. “Bugün takvime baktın mı hiç, bugün bizim bayramımız” dedi. Ben bayram olmadığından emindim ama öyle kesin konuşuyordu ki bir an şok oldum. “Bayram değil, ne bayramı” dedim. “Mekke’nin Fethi bugün” dedi. Hayatımda ilk kez duymuştum bunu ve Türkiye’de bunun bayram olarak kutlandığını bilmiyordum. Ayrıca bir saygısızlık da yapmamıştım zaten, evime gidiyordum sadece. “Peki” dedim, “bayramın mübarek olsun”. Ama daha bitmemişti diyecekleri, “Zaten çocuğunuz da yok, evli misiniz değil misiniz o bile meçhul. Karına da söyle başı açık gezmesin buralarda, ahlak diye bir şey var ahlak… Namus… Duydun mu hiç Iraklı ? Var mı sizin oralarda böyle şeyler ?”
O an onun kafasını kesip, degaj diker gibi evin çatısına atmak istedim. Ama aklımdaki tek şey Zehra ve gündemimizde olan ameliyattı. Herhangi fevri bir harekette bulunursam, o yalnız kalırdı ve hiçbir koşulda bu riski alamazdım. “Düzgün konuş abi, ayıp oluyor” dedim. O sırada komşular geldi. Özellikle Canan Abla “Hadi oğlum, tamam bakma sen ona” diye beni eve yollarken, “Abla kusura bakmayın ben bilmiyordum, bayramınız mübarek olsun” dedim. “Lan ne bayramı, sen o yobazın lafına takılma. Ona kalsa her gün kandil, her gün bayram, her gün bir şeyin yıl dönümü. Bırak şunu, götünden bayram uydurmuş yine. Biz sizi seviyoruz Said. Sakın üzülme” dedi.
Eve girer girmez, kapıya yaslanıp ağladım. Zehra da başka bir odada ağlıyordu; ikimiz de neye ağladığımızı biliyorduk. Birbirimizi ağlarken görmedik ve duymadık ama ağladığımızı biliyorduk. Galiba küçüklüğümden beri duyduğum o ‘aşk’ dedikleri şey buydu.
Mahallede huzursuz olduğumuzu söyleyemem. Allaha şükürler olsun. Ama tek tük böyle şeyler oluyordu. Yine de artık duymamayı öğreniyorduk. Türkçemin geliştiğini buradan anlıyordum.
Ertesi gün doktor aradı, ameliyat tarihini vermek için. Haftaya Perşembe günü ameliyat olacaktım. Zehra o kadar sevindi ki akşam benim en sevdiğim ama onun yapmaya üşendiği o muhteşem un kurabiyelerinden yaptı. Bir elimizle çay içerken, diğer elimizle birbirimize dokunuyorduk.
İnsan neyden mutlu olacağını bildiği zaman, hele bir de o konuda işleri rast giderse, her şeyi seviyor. Dünyadaki her şeye iyi bakıyor. Fransız abi umarım mutludur, hatta Saddam dedikleri Kerim ve dün gece bana sataşan o adam da…
Bu kadar mutlu olmamın yanı sıra, ben Türkleri sevmiştim. Beklediğim kadar ırkçılık görmedim, Müslüman bir milletti ve kültürümüz çok farklı değildi. Çalıştığım apartmanda benden hoşlanmayanlar da vardı elbette ama birçok eşya verip yardım eden de. Biz fakirdik evet ama kimse bize yardım etmek zorunda değildi sonuçta. Bu konuda gereğinden fazla ilgi gördük.
Yine de Türklerin bizim oy kullanmamız ve çocuk yapmamızla neden bu kadar ilgilendiklerini hiçbir zaman anlayamadım. Olsun, ziyanı yok.
Ameliyata artık saatler kalmıştı. Sabah oldu, hastaneye gittim ve ameliyata alındım. Uyandığımda herhangi bir sorun yoktu. Zehra da yanımdaydı zaten. Narkozlu bir şekilde onu tanımamışım ve buna biraz bozulmuştu. 1 gece kaldıktan sonra sabah evimize gittik.
Biraz zaman geçtikten sonra Zehra’nın hamile olduğunu öğrendik. Çok sevindik ve Bağdat’taki yakınlarımızla paylaştık. Evimizde mutluluk hakimdi ve yine o herkesi sevme istidadı…
Zehra ile şöyle anlaşmıştık; doktora gidip bebeğin cinsiyetini öğreneceğiz ve eğer onun istediği ismi koyacaksak, doğuma kadar cinsiyeti öğrenmeyecekti. Sadece ben bilecektim. Bir sabah doktora gidip öğrendik, oğlumuz olacaktı. Zehra bebeğin sağlıklı olmasıyla ilgileniyordu ve cinsiyeti öğrenmem onu çok sabırsızlandırmadı.
Bir gün bebeğe bir şeyler bakmak için çarşıdan dönerken, Zehra’nın karnı artık iyice şişmişti, bıyıklı ve yüzüklü bir tip önümüzü kesti. “Ulan hem Suriyelisiniz hem deli gibi çocuk yapıyorsunuz. Niye savaşmadın lan kendi ülkende? Oradan kaç, gel buraya çocuk yap…” dediği sırada, Zehra’yı arkama alıp adama okkalı bir yumruk attım. Sonra kendimi kaybetmişim, suratını dümdüz ettim ve Zehra ağladığı için durdum. Pişman değildim, büyük bir öfke birikmişti içimde ve artık kendimi savunma gereği hissettim. Burası evimize uzak bir bölge olduğu için, pek tedirgin olmadım. Eve girdiğimde Zehra elime pansuman yaptı ve çay içtik.
Ben savaştan öncesini hiç görmedim, hayatım savaşta geçti. El Kaide’nin kimlik kontrollerinden, Daeş konvoylarına kadar. Yanımda kesilen kafaları, saçlarından tutup, çuvala doldurup arabanın kasasına attım ben. Kaç arkadaşım, babası, abisi, kaç akrabamız bombalı saldırıda öldürüldü ve şu an mezarları bile yok, kesik etlerin arasından geçip onları bulmaya çalıştım. Şimdi ben mi korkaktım, hayatında kan görmemiş 30 yaşındaki bir Türk benden daha mı cesurdu yani ? Neden ? Kim veriyor bunun kararını ?
Biz ailemle bomba sesine o kadar alışmıştık ki “Bugün uyuyamıyorum, bomba sesi yok, çok sessiz” diyorduk birbirimize geceleyin.
Ben savaşmaktan yorulduğum için kaçtım, karımı ve doğacak çocuğumu korumak için. İnsanî vasıflarımı ve yeteneklerimi kaybetmemek için. Size hiç bahsetmedim mesela, ben aslında şairim. Ama ölümle dövüşmekten şiir yazmaya fırsatım mı oldu? Yazdığım şiirlerin ölümden başka bir şeyden bahsetmesine kalemim razı mı geldi? Savaşın bitmesini en çok ben istedim, bir gün şiire dönebilmek için.
Ömrümü polise rüşvet vererek çürütmemek için geldim buraya. Cesedimi sokak köpeklerine yedirmemek için. Kulağımı ya da elimi kestirmemek için. Ben mi kaçmıştım savaştan ?
Sonra, çocuk yapmanın keyifle alakası var mı ? Belki de içgüdüsel olarak “Yok olmamalıyım, inadına çoğalacağım” diyorumdur bu kadar ölümden sonra. Benim elimde değil bu.
Hem yabancı memleketlere de gitme fırsatım olabilirdi, 200 dolara Yunanistan’a kaçırabileceğini söylemişti arkadaşım beni. Ben sırf Müslüman değiller diye Avrupa’ya gitmeyi reddettim. Domuz eti yedirirler bana diye. Duyduğuma göre onlar pek çocuk yapmıyormuş bile. Çok sıkıntıda olduklarından mı? Ee soruyorum size, çocuk yapmak keyiftense; yapmamak sıkıntıdan mı ? Yani Bağdat’taki adam, Yunanistan’daki adamdan daha keyifli öyle mi ?
Ben hiçbir savaştan kaçmadım. Tam tersi, savaşmaya geldim buraya. Kaçsaydım, kendimi ölümün kuş tüyü kucağına bırakırdım. Hayatın tam ortasında, yangınların arasından çıkan kapkara bir Arap atı gibi koşabilmek için, savaşmak için geldim buraya. Yaşamak, savaşmaktan başka nedir ki... Ben, hiçbir, savaştan, kaçmadım. Ayrıca merak ediyorsanız söyleyeyim, oğlumun adını Abbas koyaca… Her neyse.
O sabah işe gittim, kız kardeşim yazdı ve annemle buraya gelmek istediklerini söyledi. Zehra’ya yardım için. Artık doğum yaklaşıyordu. Olur dedim, işten sonra arayacaktım onları.
Eve gittim, kapıyı çaldım ve kimse açmadı. Zehra bunu hiç yapmamıştı daha önce. Uyuyakaldı herhalde dedim, biraz oturdum, sigara içtim evin önünde.
Sonra tekrar çaldım, açmadı. Tedirgin oldum ve eve balkondan atlayarak girdim.
Zehra yüz üstü yatıyordu, siyah elbisesi ıslak gibiydi, yüzünü çevirdim ve boğazı kesikti... Oranın kesildiğini daha önce de görmüştüm Bağdat’ta ve çoktan öldüğünü anladım. Belki bir ümit, oğlumun yaşama ihtimali olur diye ambulans dedim, aradılar, 2 ya da 3 dakika sonra geldi ambulans. Artık çok geç olduğunu söylediler, biliyordum zaten ama “Hastane… Çocuk için” dedim. Birlikte ambulansa bindik. İki kolum da parmaklarımdan omuzuma kadar kan içindeydi, ne olduğunu anlamamıştım. Sanki o bombalı uykuların birinden uyanacaktım. Apar topar ameliyata aldılar ve oğlumu da kaybettiğimi söylediler. Abbas koyacaktım ismini. Zehra’nın ölen abisinin adıydı. Geceye doğru, cenazelerimi hazırladılar ve istersem Türkiye devletinin Bağdat’a kadar bana eşlik edeceğini söylediler. Duygularım henüz yerine gelmemişti ama bu galiba iyi insanların yapabileceği bir hareketti. Zehra’yı iyi bir insan öldürmemişti ama bu kararı alan iyi bir insandı mesela.
Onlara, cenazelerimin bu gece morgta kalıp kalamayacağını sordum ve olur dediler. Eve geldim, neredeyse tüm mahalle evin önündeydi. Saddam da oradaydı, Fransız Abi de Canan Abla da. Hepsi çok üzgün bir şekilde baş sağlığı dilediler. Çok durmadım, eve geçmek istediğimi söyledim, bana yemek yapmışlar ama yiyemedim. Zaten kollarım hâlâ kan içindeydi.
Buraya onların hayatını korumak için gelmiştim, başaramadım. Artık burada durmamın bir anlamı kalmadı.
Sabah üçümüz de Bağdat’a döneceğiz; onlar benden ayrı bir şekilde tabi. Elbette ağlayacak daha çok vaktim var ama şu an değil.
Canan Abla: Fransız…
Fransız: Evet Canan’cığım ?
CA: Said sabaha karşı evden çıktı ve bu defteri sana vermemi istedi
FR: Said mi… Ne defteri yahu?
CA: Bilmiyorum, üzerine “FRANSIZ’A” yazmış açıp bakmadım.
FR: Tamam, sen koy onu güvenli bir yere, şu yazıyı bitirip geleceğim
CA: Olur

"Bir gün savaş bitecek ve ben şiirime geri döneceğim" Suriye