"...
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var
Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek
Toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
..."
Sezai Karakoç- Masal
Övgüye ihtiyacı hiç olmadı. Ne
yaptığını ve yapmak istediğini her zaman çok iyi bildi ve o doğrultuda ne
gerekiyorsa onu yaptı. Eğer biraz pozör olsaydı, azıcık hevesi olsaydı dünyayla
ilgili herhangi bir şeye; ölümü şu an bazı ülkelerde yas ilan ettirebilirdi.
Haberi alır almaz konuştuğumuz,
Karakoç’la tanışıklığı olan bir abim şöyle dedi: “Böyle adamları önce yalnız
bırakırlar; sonra bu adamlar onu farkeder ve inadına yalnız kalmayı seçerler”. Sezai Bey, tercih edilmiş bir yalnızlığın en
asil hâliydi. O yalnızlıktan bırakın şikayet etmeyi, bir süre sonra bu
yalnızlığını umursamadan yaşamayı tercih
etti. İhtiyacı olur da hayattan bir şey istemek zorunda kalır diye etrafını,
dairesini daraltarak yaşadı. Sadece sanatını icra ederken açtı kanatlarını, tüm
o çemberi yırtarcasına gerildi İstanbul’un üstünde.
İnancı öylesine dominant bir yer teşkil ediyordu ki hayatında; Türk
edebiyatının en büyük şairlerinden biri olmasını bile bastıracak kadardı. Zira
onun için Türk edebiyatının en büyük şairi olmaktansa, iki Müslümanın kardeş
içinde yaşamasına vesile olmak evlaydı. Her defasında bunu gösterdi. Şiir
yazmak onun için, inancını özgürce ortaya çıkarabildiği hüdainabit bir
kabiliyetti. Zaten şiirinin bu kadar
temiz ve böylesine ince işçilik dolu olması da inancıyla alâkalıydı. “Bütün
şiirlerimde söylediğim sen/ Suna dedimse sen/ Leyla dedimse sendin”
Tüm bunları yaparken, ona olan hayranlığımın ardından gelen kırgınlığımın
sebebi de buradaydı işte. Her şeyin farkında olan bu büyük zekâ, artık ömrünün
sonlarına doğru iyice bir “Tarikat Şeyhi” konumuna getirildiğinin farkında
değil miydi? Bu konumun onun o eşsiz, insanüstü şiirlerine vereceği zararı
hesap etmiş değil miydi? Ömrünü takım elbisesi ve traşlı yüzüyle geçirmiş, Mülkiyeli,
Fransızca şiir yazabilecek kadar iyi Fransızca bilen, sınıf arkadaşı Cemal
Süreya’nın dediği gibi “Marx’ı da Nietzsche’yi de bilen, Rimbaud okuyan,
Dali’yi seven” birisinin son döneminde
getirildiği konum; kendi seçtiği o daireden farklı bir boyuttaydı.
Cenazede, elbette karşılaşacağım tabloyu tahmin ediyordum fakat sarıklı,
şalvarlı, işaret parmağını havaya kaldırıp tekbir getiren tarikat müridlerinin
ezici çoğunlukta olduğunu görünce açıkçası üzüldüm. Neredeydi Marx, Nietzsche,
Rimbaud ? Haydi bunları geçelim, o yağlı saçlı İslamcılardan bir tanesi bile
Sezai Karakoç’tan iki dize söyleyebilir miydi ? Şiirini ikinci plana atmayı
Sezai Bey’in kendisi mi istemişti? Kimin gücü yeterdi ki Türk edebiyatının en
büyük şairlerinden birinin şiirini hasıraltı edip, ona zorla bir gömlek
giydirip ondan “şeyh” yaratma gayretkeşliğine?
Bunları düşündüm cenaze boyunca ağaçları seyrederken.
Çok isterdim o omuzlarda giderken, birisinin “Demek gideceksin/ Arkana dönüp
bakmayacaksın/ Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin…” diye şiir
söyleyip uğurlamasını ama kimsenin bırakın bu dizeleri, böyle bir taraftan bile
haberi yok gibiydi. Bunda Sezai Bey’in payı ne kadardı bilemiyorum ama son yıllarında
sakal bıraktığına göre hoşlanmıyor değildi.
İnternet aleminde her zamanki gibi berbat bir şekilde köpürtülen Mona Roza konusuna
gelmeden önce Sezai Karakoç’un Türk şiirindeki yerini de belirtmek gerekir.
Orhan Veli ve arkadaşlarının açtığı çığırın etkisinde artık iyice şiirin
anlamının değiştiği bir Türkiye’de, tradisyonel şiirde direten ilk isimdi
Karakoç. Tabi ki yeni nesil şairlerden bahsediyorum.
Amiyane tabirle, Orhan Veli ve arkadaşlarının dalga geçtiği şiire yeniden eski
değerini vermeye çalışan bir isimdi. Zira
Garipçiler öylesine bir anafor olmuştu ki 1940’ların başında, şiirle ilgilenen
herkes bir an da olsa “Acaba haklılar mı?” demiştir. Hem çok popüler hem de güçlü isimlerdi o
dönemde Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rıfat’tan müteşekkil Garipçiler. Yakışıklılardı,
karizmatiklerdi, Batılılardı ve İstanbullu gençlerdi.
Bilhassa Orhan Veli hem donanımıyla, hem yazdıklarıyla çok ilgi çekiyor;
sonraki nesillere yol gösterici bir etki bırakıyordu. Öyle ki 1950’deki ansızın
gelen ölümü, bıraktığı şiir mirasına daha da gizemli ve kuvvetli bir form
vermişti. İşte bu dönemde, Demokrat Parti’nin de iktidara gelip ülkenin
kapısını Batı’ya ardına kadar açtığı konjonktürde, önce Turgut Uyar Geyikli
Gece’yi yazarak “Öyle olmayabilir” dedi
Garipçilere cevaben. Daha sonra Sezai
Karakoç da Mona Roza’yla devamını getirdi diyebiliriz. (İroniktir ki Orhan Veli ile Sezai Karakoç'un ölüm tarihleri arasında 2 gün vardır)
Zaten sonrasında da
İkinci Yeniciler denilen, Garip’in tam tersi diye açıklayabileceğimiz şiir
topluluğu ortaya çıkıp bambaşka bir kırılma yaratacaktı.
İşte bu genel tabloda Mona Roza, şair Mülkiye’deyken, Haziran 1952’de Hisar
isimli bir derginin 26.sayısında yayınlanır. Herkesin mâlumu olan akrostiş
konusuna girmeyeceğim, birkaç uydurmayı düzeltip geçmekte fayda var. Ayrıca
şiirin kime yazıldığı bizi ilgilendirmediği gibi, şairin beyanını esas alacak
olursak “hiç kimseye yazılmamıştır”. Mona Roza, yukarıda bahsettiğim siyasî ve
edebî dönemde kendi yerini bulmaya çalışan genç bir şairin son derece romantik
bir şiiridir. Kendi ifadesiyle, mealen “O dönemde epey aşağılanan ‘Gül’
motifine Türk şiirinde tekrar yer vermek istedim çünkü Orhan Veli ve
arkadaşları bununla alay ediyorlardı ve bu Divan şiirinden beri bizim asli
motifimizdi” diyor. Yok efendim şiiri
herkesin içinde okumuş da yüz verilmemiş, yok hanımefendi daha sonra şairin
yanına gelip özür dilemiş ama o da onu kabul etmemiş, işte bu yüzden evlenmemiş
gibi uydurmalar Sezai Karakoç gibi yüksek sanat ve inanç meselelerine sahip bir
şair için çok hafif kalır. Tabi ki şairi tanımamak ve sosyal medyada her
gördüğüne inanmak cehaletinin içinden olsa olsa bu kadar bir şey çıkıyor. Mona
Roza, Sezai Bey’in istemediği kadar meşhur olmuş ve adeta o dönemin meşhur bir
filmi gibi sükse yapmış bir şiirdir. (Özellikle 1950-60 nesilinden biraz
mürekkep yalamış herkes bu şiiri ezbere bilir)
Hatta yine şairin; “Mona Roza her yerde, şiir gecelerinde okunmaya başlamıştı.
Mona Roza Şairi diye anılma tehlikesi baş göstermişti benim için. Sıkılıyordum.
Doğrusu şiirin yayılmasına mani olmaya çalıştım daha sonraki yıllar diyebilirim”
ifadesi de bunu doğrular. Laf aramızda, Sezai Karakoç’un şiirleri arasında
kanımca ilk 10’a giremeyecek zayıflıkta bir şiirdir.
Mona Roza efsanesine de
değindiğimize göre Karakoç’un Türkçesi ve tarzı hakkında da bir şeyler söylemek
gerekir.
Bugün, özellikle cenazede en ön sırada olanların hiçbirinin elde edemeyeceği
bir olgunlukla Sezai Bey son derece İslamî, metafizikî ve retrospektif bir şiir
yazmasına rağmen Öztürkçe konusunda şaşılacak kadar tavırlıdır şiirlerinde. Mukaddesatçı
camianın “Duyarlıklı, onulmaz, sürek, çağ, bir bakıma, türedi, kent” gibi
Öztürkçe ve yepyeni kelimeleri kullandığı asla görülmemiştir eserlerinde, hatta
Sezai Bey’den bile sonra. Aynı şekilde seküler camiada da (onlara karşılık yazacak
olursak) “mütehassis, naçar, keşmekeş, asır, izafî, sulb, şehir” gibi
kelimeleri göremezsiniz. Bunu önemsiyorum çünkü sağ ve solun Türkiye’de dil
üzerinden nasıl kutuplaştığını, süreci biraz dikkatli izleyen herkes bilir. İşte
Sezai Bey bu iki kutbu da adeta reddedip, bu komplekslere yüz vermeden “yepyeni
bir dille, kadim bir şiir” yazma gayretini göstermiştir. Biçim olarak
gösterdiği bu cesareti açıkçası kendinden sonra gelen “Müslüman camia
mensuplarında” pek göremedik. İçeriğe gelecek olursak da İsmet Özel’in çok
güzel açıkladığı gibi “Onun şiirlerinde
bir çocuk ve bir bilge aynı anda konuşur. Çocuk diyorum, çocuksuluk asla değil”.
Açıkçası bir çocuğu bu kadar güzel konuşturan başka bir şair olacak mı
bilmiyorum. Gerçi Türk şiiri İsmet Özel’in ölümüyle birlikte zaten tarihe
karışacak ama en azından geçmişe baktığımızda da görmüyorum bunu. Annesine ve çocukluğuna olan müthiş özlem de bunda
etkili tabi. Çocukluğumuz, Liliyar, Ötesini Söylemeyeceğim gibi muhteşem
şiirlerde sanki bir çocuktan ses kaydı alıp yazmış gibiydi Karakoç.
Onun dışında Sezai Karakoç şiiri neredeyse “Ayna, süt, ayin, yortu, tören,
şölen, sütun, Konstanstin, uygarlıklar, samanyolu” gibi motifler üzerine
kuruludur. Bu, onun kulaç genişliğinin ne kadar da büyük bir coğrafyaya denk
geldiğini kanıtlıyor. Bugün “Sağcı, muhafazakâr, İslamcı” ne derseniz deyin,
herhangi birisinin eserlerinde şu kavramlardan bahsetmesi adeta yasaktır!
Utangaç, gerçekten de ikili ilişkilerde konuşmasını pek bilmeyen; kendini öven
yazılara teşekkür şöyle dursun tepki gösteren, tüm hayatını kendi davasına
vakfeden bir neferdi. Dostlarının zoruyla 60 metre kare bir ev alıp, bir ömür
çektiği kiracılıktan ölmeden birkaç yıl önce kurtulmuştu. Ece Ayhan’ın dediği
gibi “Mülkiyeli ama mülkiyetsiz bir şairdi”. Çok önemli bir döneme denk geldi, Türk
şiirinin en büyük geçişlerine ve istasyonlarına şahit ve önayak oldu.
Masal şiirinde söylediği gibi en büyük korkusu değişmek, en büyük gururu da
değişmemekti. Böyle olmalıydı çünkü. Ortaya kendi hayat tarzını ve fikirlerini
koydu örnek olarak. Doğulu olarak öldü ve değişmeden. Cenazesine son model
Mercedes’le gelen ve en önde olan siyasilerden de hiçbir zaman hazzetmedi.
Maalesef, (kahredici derecede maalesef!) Akp ile özdeşleşen Uzatma Dünya
Sürgünümü Benim diye tanınan inanılmaz şiirinin, emrivakiyle alınıp o dönemki
Başbakan tarafından okunmasından da her zaman rahatsız oldu. Aynı kişinin
verdiği Cumhurbaşkanlığı ödülünü almaya da gitmedi. Kişiyle alakalı değil, kim
olursa olsun gitmezdi ama hiçbir zaman da kağıt üzerinde kendine yakın bir
iktidar bile olsa siyasi ranta ve unvana yüz vermedi. Çağın aldatıcı
nitelendirmelerine kanmadı, kimsenin yanında yer almadı.
Ondan çok şey öğrendim; yalnız kalmanın bedelinin çok ağır olduğunu ve kimsenin
sizin yalnızlığınızla ilgilenmediğini, yalnızlığı seçtiğinizle kaldığınızı ama
bunun da kimseye boyun eğmemek olduğunu, bu yönünüzle içten içe insanların size
hayran olduğunu öğrendim.
Kötünün, iyiyi daha çok ortaya çıkarmak için var olduğunu ve bu yüzden kötünün
de gerekliliğini öğrendim. Kimseye yardakçılık yapmayınca da bir şekilde yaşandığını hem de daha uzun ve daha onurlu yaşandığını öğrendim.
Onun hakkında
söylenecek çok şey, anlatacak çok fazla anektod var aklımda. Ama o, kendi üstadı
öldüğünde şöyle demişti;
“Ve yüzyılımıza şeref olan şiir saati durdu
Bize ne düşer susmaktan başka”
Belki de hadsizlik yapıp arkasından yazılar yazdım, bir şeyler
söyledim. Aslında bir mektup gibi de düşünülebilir. Ama bu ona olan borcumdu,
tıpkı cenazesine gitmek gibi. İkisini de yerine getirdiğim için bir nebze
teselli buldum.
Artık, ellerim cebimde gezerken mırıldandığım şiir dizeleri ve onunla aynı
çağda yaşamanın nesillere aktarılacak şansından başka bir şeyim kalmadı elimde.
Ha bir de büyük şairin tabutuna dokunmuş bir elim var artık.
Mevlana İdris’in dediği gibi: “Tanrım, Sezai Karakoç için teşekkürler!”