24 Kasım 2021 Çarşamba

Doğunun Yedinci Oğlu

"...
 Gömün beni değiştirmeden 
 Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
 Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var
 Karşınızdakini değiştirmek
 Beni öldürseniz de çıkmam buradan 
 Kemiklerim değişecek 
 Toz ve toprak olacak belki
 Fakat değişmeyecek ruhum
..."
     Sezai Karakoç- Masal



Övgüye ihtiyacı hiç olmadı. Ne yaptığını ve yapmak istediğini her zaman çok iyi bildi ve o doğrultuda ne gerekiyorsa onu yaptı. Eğer biraz pozör olsaydı, azıcık hevesi olsaydı dünyayla ilgili herhangi bir şeye; ölümü şu an bazı ülkelerde yas ilan ettirebilirdi.
Haberi alır almaz  konuştuğumuz, Karakoç’la tanışıklığı olan bir abim şöyle dedi: “Böyle adamları önce yalnız bırakırlar; sonra bu adamlar onu farkeder ve inadına yalnız kalmayı seçerler”.  Sezai Bey, tercih edilmiş bir yalnızlığın en asil hâliydi. O yalnızlıktan bırakın şikayet etmeyi, bir süre sonra bu yalnızlığını umursamadan  yaşamayı tercih etti. İhtiyacı olur da hayattan bir şey istemek zorunda kalır diye etrafını, dairesini daraltarak yaşadı. Sadece sanatını icra ederken açtı kanatlarını, tüm o çemberi yırtarcasına gerildi İstanbul’un üstünde.
İnancı öylesine dominant bir yer teşkil ediyordu ki hayatında; Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biri olmasını bile bastıracak kadardı. Zira onun için Türk edebiyatının en büyük şairi olmaktansa, iki Müslümanın kardeş içinde yaşamasına vesile olmak evlaydı. Her defasında bunu gösterdi. Şiir yazmak onun için, inancını özgürce ortaya çıkarabildiği hüdainabit bir kabiliyetti.  Zaten şiirinin bu kadar temiz ve böylesine ince işçilik dolu olması da inancıyla alâkalıydı. “Bütün şiirlerimde söylediğim sen/ Suna dedimse sen/ Leyla dedimse sendin”

Tüm bunları yaparken, ona olan hayranlığımın ardından gelen kırgınlığımın sebebi de buradaydı işte. Her şeyin farkında olan bu büyük zekâ, artık ömrünün sonlarına doğru iyice bir “Tarikat Şeyhi” konumuna getirildiğinin farkında değil miydi? Bu konumun onun o eşsiz, insanüstü şiirlerine vereceği zararı hesap etmiş değil miydi? Ömrünü takım elbisesi ve traşlı yüzüyle geçirmiş, Mülkiyeli, Fransızca şiir yazabilecek kadar iyi Fransızca bilen, sınıf arkadaşı Cemal Süreya’nın dediği gibi “Marx’ı da Nietzsche’yi de bilen, Rimbaud okuyan, Dali’yi seven”  birisinin son döneminde getirildiği konum; kendi seçtiği o daireden farklı bir boyuttaydı.
Cenazede, elbette karşılaşacağım tabloyu tahmin ediyordum fakat sarıklı, şalvarlı, işaret parmağını havaya kaldırıp tekbir getiren tarikat müridlerinin ezici çoğunlukta olduğunu görünce açıkçası üzüldüm. Neredeydi Marx, Nietzsche, Rimbaud ? Haydi bunları geçelim, o yağlı saçlı İslamcılardan bir tanesi bile Sezai Karakoç’tan iki dize söyleyebilir miydi ? Şiirini ikinci plana atmayı Sezai Bey’in kendisi mi istemişti? Kimin gücü yeterdi ki Türk edebiyatının en büyük şairlerinden birinin şiirini hasıraltı edip, ona zorla bir gömlek giydirip ondan “şeyh” yaratma gayretkeşliğine?  Bunları düşündüm cenaze boyunca ağaçları seyrederken.
Çok isterdim o omuzlarda giderken, birisinin “Demek gideceksin/ Arkana dönüp bakmayacaksın/ Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin…” diye şiir söyleyip uğurlamasını ama kimsenin bırakın bu dizeleri, böyle bir taraftan bile haberi yok gibiydi. Bunda Sezai Bey’in payı ne kadardı bilemiyorum ama son yıllarında sakal bıraktığına göre hoşlanmıyor değildi.

 İnternet aleminde her zamanki gibi berbat bir şekilde köpürtülen Mona Roza konusuna gelmeden önce Sezai Karakoç’un Türk şiirindeki yerini de belirtmek gerekir.
Orhan Veli ve arkadaşlarının açtığı çığırın etkisinde artık iyice şiirin anlamının değiştiği bir Türkiye’de, tradisyonel şiirde direten ilk isimdi Karakoç. Tabi ki yeni nesil şairlerden bahsediyorum.
Amiyane tabirle, Orhan Veli ve arkadaşlarının dalga geçtiği şiire yeniden eski değerini vermeye çalışan bir isimdi.  Zira Garipçiler öylesine bir anafor olmuştu ki 1940’ların başında, şiirle ilgilenen herkes bir an da olsa “Acaba haklılar mı?” demiştir.  Hem çok popüler hem de güçlü isimlerdi o dönemde Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rıfat’tan müteşekkil Garipçiler. Yakışıklılardı, karizmatiklerdi, Batılılardı ve İstanbullu gençlerdi.
Bilhassa Orhan Veli hem donanımıyla, hem yazdıklarıyla çok ilgi çekiyor; sonraki nesillere yol gösterici bir etki bırakıyordu. Öyle ki 1950’deki ansızın gelen ölümü, bıraktığı şiir mirasına daha da gizemli ve kuvvetli bir form vermişti. İşte bu dönemde, Demokrat Parti’nin de iktidara gelip ülkenin kapısını Batı’ya ardına kadar açtığı konjonktürde, önce Turgut Uyar Geyikli Gece’yi yazarak  “Öyle olmayabilir” dedi Garipçilere cevaben.  Daha sonra Sezai Karakoç da Mona Roza’yla devamını getirdi diyebiliriz. (İroniktir ki Orhan Veli ile Sezai Karakoç'un ölüm tarihleri arasında 2 gün vardır)
Zaten sonrasında da İkinci Yeniciler denilen, Garip’in tam tersi diye açıklayabileceğimiz şiir topluluğu ortaya çıkıp bambaşka bir kırılma yaratacaktı.
İşte bu genel tabloda Mona Roza, şair Mülkiye’deyken, Haziran 1952’de Hisar isimli bir derginin 26.sayısında yayınlanır. Herkesin mâlumu olan akrostiş konusuna girmeyeceğim, birkaç uydurmayı düzeltip geçmekte fayda var. Ayrıca şiirin kime yazıldığı bizi ilgilendirmediği gibi, şairin beyanını esas alacak olursak “hiç kimseye yazılmamıştır”. Mona Roza, yukarıda bahsettiğim siyasî ve edebî dönemde kendi yerini bulmaya çalışan genç bir şairin son derece romantik bir şiiridir. Kendi ifadesiyle, mealen “O dönemde epey aşağılanan ‘Gül’ motifine Türk şiirinde tekrar yer vermek istedim çünkü Orhan Veli ve arkadaşları bununla alay ediyorlardı ve bu Divan şiirinden beri bizim asli motifimizdi” diyor.  Yok efendim şiiri herkesin içinde okumuş da yüz verilmemiş, yok hanımefendi daha sonra şairin yanına gelip özür dilemiş ama o da onu kabul etmemiş, işte bu yüzden evlenmemiş gibi uydurmalar Sezai Karakoç gibi yüksek sanat ve inanç meselelerine sahip bir şair için çok hafif kalır. Tabi ki şairi tanımamak ve sosyal medyada her gördüğüne inanmak cehaletinin içinden olsa olsa bu kadar bir şey çıkıyor. Mona Roza, Sezai Bey’in istemediği kadar meşhur olmuş ve adeta o dönemin meşhur bir filmi gibi sükse yapmış bir şiirdir. (Özellikle 1950-60 nesilinden biraz mürekkep yalamış herkes bu şiiri ezbere bilir)
Hatta yine şairin; “Mona Roza her yerde, şiir gecelerinde okunmaya başlamıştı. Mona Roza Şairi diye anılma tehlikesi baş göstermişti benim için. Sıkılıyordum. Doğrusu şiirin yayılmasına mani olmaya çalıştım daha sonraki yıllar diyebilirim” ifadesi de bunu doğrular. Laf aramızda, Sezai Karakoç’un şiirleri arasında kanımca ilk 10’a giremeyecek zayıflıkta bir şiirdir.

Mona Roza efsanesine de değindiğimize göre Karakoç’un Türkçesi ve tarzı hakkında da bir şeyler söylemek gerekir.
Bugün, özellikle cenazede en ön sırada olanların hiçbirinin elde edemeyeceği bir olgunlukla Sezai Bey son derece İslamî, metafizikî ve retrospektif bir şiir yazmasına rağmen Öztürkçe konusunda şaşılacak kadar tavırlıdır şiirlerinde. Mukaddesatçı camianın “Duyarlıklı, onulmaz, sürek, çağ, bir bakıma, türedi, kent” gibi Öztürkçe ve yepyeni kelimeleri kullandığı asla görülmemiştir eserlerinde, hatta Sezai Bey’den bile sonra. Aynı şekilde seküler camiada da (onlara karşılık yazacak olursak) “mütehassis, naçar, keşmekeş, asır, izafî, sulb, şehir” gibi kelimeleri göremezsiniz. Bunu önemsiyorum çünkü sağ ve solun Türkiye’de dil üzerinden nasıl kutuplaştığını, süreci biraz dikkatli izleyen herkes bilir. İşte Sezai Bey bu iki kutbu da adeta reddedip, bu komplekslere yüz vermeden “yepyeni bir dille, kadim bir şiir” yazma gayretini göstermiştir. Biçim olarak gösterdiği bu cesareti açıkçası kendinden sonra gelen “Müslüman camia mensuplarında” pek göremedik. İçeriğe gelecek olursak da İsmet Özel’in çok güzel açıkladığı gibi  “Onun şiirlerinde bir çocuk ve bir bilge aynı anda konuşur. Çocuk diyorum, çocuksuluk asla değil”.
Açıkçası bir çocuğu bu kadar güzel konuşturan başka bir şair olacak mı bilmiyorum. Gerçi Türk şiiri İsmet Özel’in ölümüyle birlikte zaten tarihe karışacak ama en azından geçmişe baktığımızda da görmüyorum bunu. Annesine  ve çocukluğuna olan müthiş özlem de bunda etkili tabi. Çocukluğumuz, Liliyar, Ötesini Söylemeyeceğim gibi muhteşem şiirlerde sanki bir çocuktan ses kaydı alıp yazmış gibiydi Karakoç.

 Onun dışında Sezai Karakoç şiiri neredeyse “Ayna, süt, ayin, yortu, tören, şölen, sütun, Konstanstin, uygarlıklar, samanyolu” gibi motifler üzerine kuruludur. Bu, onun kulaç genişliğinin ne kadar da büyük bir coğrafyaya denk geldiğini kanıtlıyor. Bugün “Sağcı, muhafazakâr, İslamcı” ne derseniz deyin, herhangi birisinin eserlerinde şu kavramlardan bahsetmesi adeta yasaktır!   

 Utangaç, gerçekten de ikili ilişkilerde konuşmasını pek bilmeyen; kendini öven yazılara teşekkür şöyle dursun tepki gösteren, tüm hayatını kendi davasına vakfeden bir neferdi. Dostlarının zoruyla 60 metre kare bir ev alıp, bir ömür çektiği kiracılıktan ölmeden birkaç yıl önce kurtulmuştu. Ece Ayhan’ın dediği gibi “Mülkiyeli ama mülkiyetsiz bir şairdi”.  Çok önemli bir döneme denk geldi, Türk şiirinin en büyük geçişlerine ve istasyonlarına şahit ve önayak oldu.

 Masal şiirinde söylediği gibi en büyük korkusu değişmek, en büyük gururu da değişmemekti. Böyle olmalıydı çünkü. Ortaya kendi hayat tarzını ve fikirlerini koydu örnek olarak. Doğulu olarak öldü ve değişmeden. Cenazesine son model Mercedes’le gelen ve en önde olan siyasilerden de hiçbir zaman hazzetmedi. Maalesef, (kahredici derecede maalesef!) Akp ile özdeşleşen Uzatma Dünya Sürgünümü Benim diye tanınan inanılmaz şiirinin, emrivakiyle alınıp o dönemki Başbakan tarafından okunmasından da her zaman rahatsız oldu. Aynı kişinin verdiği Cumhurbaşkanlığı ödülünü almaya da gitmedi. Kişiyle alakalı değil, kim olursa olsun gitmezdi ama hiçbir zaman da kağıt üzerinde kendine yakın bir iktidar bile olsa siyasi ranta ve unvana yüz vermedi. Çağın aldatıcı nitelendirmelerine kanmadı, kimsenin yanında yer almadı.

 Ondan çok şey öğrendim; yalnız kalmanın bedelinin çok ağır olduğunu ve kimsenin sizin yalnızlığınızla ilgilenmediğini, yalnızlığı seçtiğinizle kaldığınızı ama bunun da kimseye boyun eğmemek olduğunu, bu yönünüzle içten içe insanların size hayran olduğunu öğrendim.
Kötünün, iyiyi daha çok ortaya çıkarmak için var olduğunu ve bu yüzden kötünün de gerekliliğini öğrendim. Kimseye yardakçılık yapmayınca da bir şekilde yaşandığını hem de daha uzun ve daha onurlu yaşandığını öğrendim.
Onun hakkında söylenecek çok şey, anlatacak çok fazla anektod var aklımda. Ama o, kendi üstadı öldüğünde şöyle demişti;

“Ve yüzyılımıza şeref olan şiir saati durdu
 Bize ne düşer susmaktan başka”


Belki de hadsizlik yapıp arkasından yazılar yazdım, bir şeyler söyledim. Aslında bir mektup gibi de düşünülebilir. Ama bu ona olan borcumdu, tıpkı cenazesine gitmek gibi. İkisini de yerine getirdiğim için bir nebze teselli buldum.
Artık, ellerim cebimde gezerken mırıldandığım şiir dizeleri ve onunla aynı çağda yaşamanın nesillere aktarılacak şansından başka bir şeyim kalmadı elimde. Ha bir de büyük şairin tabutuna dokunmuş bir elim var artık.
Mevlana İdris’in dediği gibi: “Tanrım, Sezai Karakoç için teşekkürler!”


1 yorum: