"Boyasızdı tahta kapı
bu yanıyla güvenirdim ona."
Sf.268 -Sol sütun-
Hayır yazmayacağım kendi hikayemi. Yazamam çünkü. Ne zaman yazmaya kalksam, bir
imkânsızlık karşımda eli sopalı ama yüzü güleç.
Tam o yaşlılık ve gençlik arasında, tam o ne idüğü belirsiz köprüde, tam o
hangi şehirde olduğumu bilmediğim hastane
kavşağında buluyorum kendimi. Belki de bir mezarlığın gasilhanesinde. Hayır
hayır kapısında, kıyafetlerimle hem de.
Hayır, “gırtlağımda bir harf büyümüyor ve serçeler de sekmiyor dudaklarımdan”.
Dövmelerim de yanık olduğundan, tespit edilemiyor eşgalim.
Biraz yaşlansam ya da kazanma ihtimalim olan bir gelecek olmasaydı neler
yazardım o zaman. Geçmişimi kaybetsem de olurdu. Şimdilik güvenli sulardayım sanırım,
şahitlik ediyorum yaşadığım zamana. Bana bir kere, çok da ısrar etmeden “Ikra”
diyene, her gün inatla “Eşhedü” diyorum.
Geçmişini bir harddiske emanet etmiş bir neslin çocuğuyum ben. Güvenmeyi,
şifrelerden ve parmak izlerinden ve tuşlardan öğrenmiş bir neslin çocuğu. Bir
ekran görüntüsüyle işten, bir ses kaydıyla evden, bir videoyla birçok hayattan
kovulabileceğiniz bir çağın, aradan sıvışmaya çalışan çocuğu. Kurtarmanın,
yangından birini kurtarmak değil de “Şifre Kurtarmak” olduğu bir çağın çocuğu. Bir
fotoğrafla hemen o ânâ, ağzındaki tat da dahil, gitmenin mümkün olduğu fakat o
fotoğrafın akıbetinden kimsenin haberinin olmadığı bir çağın çocuğu.
Tek kullanımlık kodlar ve fotoğraflar çarpıyor zihnime. Onlar kendini ne kadar
hatırlatırsa o kadar varım. Anılarım yok benim ve bir mühendisin yaptığı hafıza kartı
tutuyor benim yerime her şeyin notunu. İpotek ettim anımsamak zaferini, bir Çinlinin kusursuz trigonometri hesabına.
Eskiden ekrana yansıtılan fotoğraflar, “kare”de göründüğü için “kare” derdik
onlara. Şu an dikdörtgen demeliyiz belki de, ekranı kare olan kimse kalmadığına
göre… Kareyi bana verin en iyisi ve hatırlamak için köküne ineyim onun.
Velhasıl; bir şifreyim aslında, artık hatırlanmadığı için müstakil bir
anlamsızlığı olan.
Doğrulama kodu, güvenli geçiş… Bunu yapan ya ben değilsem diye adresler
veriyorlar bana. Evet benim, desem de inanmıyorlar. Yetmiyor çünkü. Hafızamı
onlara emanet etmem için ne gerekiyorsa yapmaya hazırlar. Sanki sürekli
birileri benim hesaplarıma girmek için pusuda bekliyormuş gibi davranıp bana
güven satıyorlar bunu da biliyorum.
Aslında onların sildikleri hiçbir şeyi unutmuş değilim ya da başka bir deyişle
onlar silinmiş değil; ama onların dünyasında bir şey açılmıyorsa, kapalıdır.
Onlar unutursa ben de unutmuş sayılıyorum anlayacağınız. Devamlılık sağlamak
artık neredeyse imkânsız; zaten artık unuttum böyle bir ihtimalin varlığını da.
Kendimi sürekli en son unuttuğum şifreden başlayarak inşa ediyorum. Yaz kış
farketmeksizin evsiz kalıyorum böylece. Bir tuğla, habire bir tuğla
daha…
“Şifremi Unuttum” ve “Yeni şifre son 3 şifrenle aynı olamaz”… Saniye akıyor
yukarıda ve birkaç kez yanlış girersem, “güvenlik icabı” iptal oluyor tüm hesap.
Üstü kalsın bu hesabın!
Ferhan Şensoy’la bir fotoğrafım var meselâ, hem de sahnede. Ferhangi Şeyler
kostümüyle. Hem de alı al moru mor; sarılarak, ekrana bakarak ve gülümseyerek
verdiğimiz bir poz bu. Peki ya nerede bu fotoğraf? Bu, tarihte bir yerlerde
yaşanmış oluyor mu şimdi? Peki ya yalan söylüyorsam ? Aynı şeyi Ferdinand Celine
için de söyleyip kendimi ele vermezdim böyle olsaydı elbette. Peki ya ne oldu
dersiniz o fotoğrafa ? Bir gün bir şeyin
şifresini unutmuş olmalıyım ya da bir hafıza aleti “bozulmuş” olmalı ki bu
fotoğraf şu an yok. Ben hiç unutmadım o fotoğrafı ve boyuna hatırlıyorum. Fakat
hatırlamam gereken o değil, bir şifre. Hatırlamam gereken o değil, bir tedbir.
Hatırlamam gereken, bir gün öylece duran her şeyin yok olacağını bilmek.
Hatırlamam gereken, bu fotoğrafı parmaklarımla silmiş olarak tarihe geçmemin
yükü. Oysa benim unuttuğum şey, hatırlamam
gereken bir şey değil. Söz konusu, maruz kaldığım bir yoksunluktu.
Diyorum ya hayır, yazmayacağım kendi hikayemi. Yıllarca biriktirdiğim onca
fotoğrafı, belgeyi, bilgiyi arıyorum sadece. Ne Heredot kadar uydurmaya meraklı,
ne de vahiy kâtipleri kadar inançlıyım.
Hatırlamak istemediğim her şeyi olur olmaz karşıma çıkarıp, hatırlamak için
kaydettiğim her bir şeyi yok etti teknoloji. Bana sormadı. Nihayet teknolojinin
ağzında kafası kopuk fotoğraflarımı gördüm, duvarlar kan içindeydi. Kimseye
ispatlayamam şimdi o fotoğraftakilerin ben olduğumu. Ben olsam alay ederdim
bunu anlatan birisiyle. “Ya evet, benim de Nobel alırken fotoğrafım vardı ama
kayboldu!” diye acımasızca kamış atardım ona.
Ben ekranlardan hatırlamaya, unutmaya, kanıt bulmaya alışmış bir neslin
çocuğuyum. Bunu benden sonrakiler bilsin istiyorum. Dedemin soy ağacı, askere
çağırılan babası; babamın arkadaşı, şu anki şartlarda hiçbir zaman
yazamayacağım besbelli roman ve öykü taslakları, şiirlerim ve birçok şeydi işte
ekranımın içinde kayıtlı olanlar… Teknolojiye emanet etmiştim onları ve artık
yoklar. Aslında onların varlığı da değil, hangi tarihte bilgisayar/telefon
tarafından kaydedildiği önemli olan. İşte asıl anlamı bu çağın. İşte korkunç
boşluğu. İşte korkunç arayışı ve kayboluşu.
Teknolojiyle ilişkimiz her zaman, Marina Abramovic ve Ulay gibi birbirimize
çektiğimiz bir yay olacak, arada ok da olan. Ne zaman yaydan çıkar bu ok, ya da
çıkar mı bilinmez; ama kâlp seslerimiz mikrofonda, apaçık.
Silinenlerin içinde kendi aleyhime delil olarak kullanılacak bir çok şey de
mevcuttu elbette. Meselâ, İsmet Özel’in ev adresi gibi. Kabul ediyorum, gerçek
benim ipimi çekecek olsa bile onu en fazla ben korurum. Fakat onlar, gerçeğin
tek kanıtlarıydı. Söz olmayan, söze karşılık gelmeyen, lafla sözle yok
edilemeyecek müstahkem burçlardı.
En fazla bu kadarından bahsedebilirim zira onlar silindi. Eh yani bir sabah
kalktığımda “Silindim” dedi bir ekran bana. Uyduramam daha fazlasını, olmamış
gibi anlatamam size.
Kişisel tarihimden bahsedemem de. Hayır, hayır gene yazmayacağım kendi
hikayemi. Dedim ya ne Evliya Çelebi kadar uydurmaya meraklıyım, ne de Yuhanna
kadar inançlı.
Son derece inançsız biriyim ben. Ekstra güçlü leke çıkarıcılara inanmam;
paraben içermeyen şampuanlara, organik meyvelere, bitkisel yağlara, kas
gevşeticilere, darbe emici köpüklere, şekersiz kolaya, nemlendiricilere, güneş
kremlerine, diş beyazlatıcı macunlara, dinlendirici gözlüklere, diplomalara,
psikologlara, bayram mesajlarına, %50’ye varan indirimlere, hediyelere, ekonomistlere,
avukatlara, emlakçılara ve erkeklerin aşk sandığı libidolarına, bittabî
kadınların göz yaşlarına in an mam!
Son derece inançsız biriyim ben. Ne uydurabilirim aksini, kendimi kandırmak
için; ne de inanabilirim artık bunlara, bu kadarını görmüşken.
Çöken, yanan, kaybolan yazılımlarımı geri versinler bana, reculliyetimi
hatırlamak için. Selahattin’i, Hayriye’yi, İrfan’ı, Ferhan’ı, Sezai’yi… Hepsi
oralarda bir yerde, bir şifrenin içinde işte. Unuturum böyle giderse ve onlar
hiç yaşamamış olurlar belki de. Zihnime güvenmiyorum, Türkiye’ye benzeyen zihnime.
(Tam çıkarken sağ üstteki X işaretinden, “Değişiklikler Kaydedilsin mi?” diye bir soru soruldu bana. Hayır dersem, yazıyı
yazmamış olarak kayıtlara geçeceğim biliyorum.
Evet demiş olmalıyım ki ona -hayır
gene anlatmayacağım kendi hikayemi- bu
yazı buraya kadar geldi; elinde koyu gri, şarjlı bir lambayla.)