9 Aralık 2022 Cuma

Hafıza-i Beşer, Nisyan-ı Şifre ile Mâluldur.


"Boyasızdı tahta kapı
 bu yanıyla güvenirdim ona."

Sf.268 -Sol sütun- 


Hayır yazmayacağım kendi hikayemi. Yazamam çünkü. Ne zaman yazmaya kalksam, bir imkânsızlık karşımda eli sopalı ama yüzü güleç.
Tam o yaşlılık ve gençlik arasında, tam o ne idüğü belirsiz köprüde, tam o hangi şehirde olduğumu bilmediğim  hastane kavşağında buluyorum kendimi. Belki de bir mezarlığın gasilhanesinde. Hayır hayır kapısında, kıyafetlerimle hem de.
Hayır, “gırtlağımda bir harf büyümüyor ve serçeler de sekmiyor dudaklarımdan”. Dövmelerim de yanık olduğundan, tespit edilemiyor eşgalim.
Biraz yaşlansam ya da kazanma ihtimalim olan bir gelecek olmasaydı neler yazardım o zaman. Geçmişimi kaybetsem de olurdu. Şimdilik güvenli sulardayım sanırım, şahitlik ediyorum yaşadığım zamana. Bana bir kere, çok da ısrar etmeden “Ikra” diyene, her gün inatla “Eşhedü” diyorum.

Geçmişini bir harddiske emanet etmiş bir neslin çocuğuyum ben. Güvenmeyi, şifrelerden ve parmak izlerinden ve tuşlardan öğrenmiş bir neslin çocuğu. Bir ekran görüntüsüyle işten, bir ses kaydıyla evden, bir videoyla birçok hayattan kovulabileceğiniz bir çağın, aradan sıvışmaya çalışan çocuğu. Kurtarmanın, yangından birini kurtarmak değil de “Şifre Kurtarmak” olduğu bir çağın çocuğu. Bir fotoğrafla hemen o ânâ, ağzındaki tat da dahil, gitmenin mümkün olduğu fakat o fotoğrafın akıbetinden kimsenin haberinin olmadığı bir çağın çocuğu.
Tek kullanımlık kodlar ve fotoğraflar çarpıyor zihnime. Onlar kendini ne kadar hatırlatırsa o kadar varım. Anılarım yok benim ve bir mühendisin yaptığı hafıza kartı tutuyor benim yerime her şeyin notunu. İpotek ettim anımsamak zaferini, bir Çinlinin kusursuz trigonometri hesabına.
Eskiden ekrana yansıtılan fotoğraflar, “kare”de göründüğü için “kare” derdik onlara. Şu an dikdörtgen demeliyiz belki de, ekranı kare olan kimse kalmadığına göre… Kareyi bana verin en iyisi ve hatırlamak için köküne ineyim onun.
Velhasıl; bir şifreyim aslında, artık hatırlanmadığı için müstakil bir anlamsızlığı olan.

Doğrulama kodu, güvenli geçiş… Bunu yapan ya ben değilsem diye adresler veriyorlar bana. Evet benim, desem de inanmıyorlar. Yetmiyor çünkü. Hafızamı onlara emanet etmem için ne gerekiyorsa yapmaya hazırlar. Sanki sürekli birileri benim hesaplarıma girmek için pusuda bekliyormuş gibi davranıp bana güven satıyorlar bunu da biliyorum.
Aslında onların sildikleri hiçbir şeyi unutmuş değilim ya da başka bir deyişle onlar silinmiş değil; ama onların dünyasında bir şey açılmıyorsa, kapalıdır. Onlar unutursa ben de unutmuş sayılıyorum anlayacağınız. Devamlılık sağlamak artık neredeyse imkânsız; zaten artık unuttum böyle bir ihtimalin varlığını da. Kendimi sürekli en son unuttuğum şifreden başlayarak inşa ediyorum. Yaz kış farketmeksizin evsiz kalıyorum böylece. Bir tuğla, habire bir tuğla daha…
“Şifremi Unuttum” ve “Yeni şifre son 3 şifrenle aynı olamaz”… Saniye akıyor yukarıda ve birkaç kez yanlış girersem, “güvenlik icabı” iptal oluyor tüm hesap. Üstü kalsın bu hesabın!


Ferhan Şensoy’la bir fotoğrafım var meselâ, hem de sahnede. Ferhangi Şeyler kostümüyle. Hem de alı al moru mor; sarılarak, ekrana bakarak ve gülümseyerek verdiğimiz bir poz bu. Peki ya nerede bu fotoğraf? Bu, tarihte bir yerlerde yaşanmış oluyor mu şimdi? Peki ya yalan söylüyorsam ? Aynı şeyi Ferdinand Celine için de söyleyip kendimi ele vermezdim böyle olsaydı elbette. Peki ya ne oldu dersiniz o fotoğrafa ?  Bir gün bir şeyin şifresini unutmuş olmalıyım ya da bir hafıza aleti “bozulmuş” olmalı ki bu fotoğraf şu an yok. Ben hiç unutmadım o fotoğrafı ve boyuna hatırlıyorum. Fakat hatırlamam gereken o değil, bir şifre. Hatırlamam gereken o değil, bir tedbir. Hatırlamam gereken, bir gün öylece duran her şeyin yok olacağını bilmek. Hatırlamam gereken, bu fotoğrafı parmaklarımla silmiş olarak tarihe geçmemin yükü.  Oysa benim unuttuğum şey, hatırlamam gereken bir şey değil. Söz konusu, maruz kaldığım bir yoksunluktu.

Diyorum ya hayır, yazmayacağım kendi hikayemi. Yıllarca biriktirdiğim onca fotoğrafı, belgeyi, bilgiyi arıyorum sadece. Ne Heredot kadar uydurmaya meraklı, ne de vahiy kâtipleri kadar inançlıyım.
Hatırlamak istemediğim her şeyi olur olmaz karşıma çıkarıp, hatırlamak için kaydettiğim her bir şeyi yok etti teknoloji. Bana sormadı. Nihayet teknolojinin ağzında kafası kopuk fotoğraflarımı gördüm, duvarlar kan içindeydi. Kimseye ispatlayamam şimdi o fotoğraftakilerin ben olduğumu. Ben olsam alay ederdim bunu anlatan birisiyle. “Ya evet, benim de Nobel alırken fotoğrafım vardı ama kayboldu!” diye acımasızca kamış atardım ona.
Ben ekranlardan hatırlamaya, unutmaya, kanıt bulmaya alışmış bir neslin çocuğuyum. Bunu benden sonrakiler bilsin istiyorum. Dedemin soy ağacı, askere çağırılan babası; babamın arkadaşı, şu anki şartlarda hiçbir zaman yazamayacağım besbelli roman ve öykü taslakları, şiirlerim ve birçok şeydi işte ekranımın içinde kayıtlı olanlar… Teknolojiye emanet etmiştim onları ve artık yoklar. Aslında onların varlığı da değil, hangi tarihte bilgisayar/telefon tarafından kaydedildiği önemli olan. İşte asıl anlamı bu çağın. İşte korkunç boşluğu. İşte korkunç arayışı ve kayboluşu.
Teknolojiyle ilişkimiz her zaman, Marina Abramovic ve Ulay gibi birbirimize çektiğimiz bir yay olacak, arada ok da olan. Ne zaman yaydan çıkar bu ok, ya da çıkar mı bilinmez; ama kâlp seslerimiz mikrofonda, apaçık.


Silinenlerin içinde kendi aleyhime delil olarak kullanılacak bir çok şey de mevcuttu elbette. Meselâ, İsmet Özel’in ev adresi gibi. Kabul ediyorum, gerçek benim ipimi çekecek olsa bile onu en fazla ben korurum. Fakat onlar, gerçeğin tek kanıtlarıydı. Söz olmayan, söze karşılık gelmeyen, lafla sözle yok edilemeyecek müstahkem burçlardı.
En fazla bu kadarından bahsedebilirim zira onlar silindi. Eh yani bir sabah kalktığımda “Silindim” dedi bir ekran bana. Uyduramam daha fazlasını, olmamış gibi anlatamam size.
Kişisel tarihimden bahsedemem de. Hayır, hayır gene yazmayacağım kendi hikayemi. Dedim ya ne Evliya Çelebi kadar uydurmaya meraklıyım, ne de Yuhanna kadar inançlı.

Son derece inançsız biriyim ben. Ekstra güçlü leke çıkarıcılara inanmam; paraben içermeyen şampuanlara, organik meyvelere, bitkisel yağlara, kas gevşeticilere, darbe emici köpüklere, şekersiz kolaya, nemlendiricilere, güneş kremlerine, diş beyazlatıcı macunlara, dinlendirici gözlüklere, diplomalara, psikologlara, bayram mesajlarına, %50’ye varan indirimlere, hediyelere, ekonomistlere, avukatlara, emlakçılara ve erkeklerin aşk sandığı libidolarına, bittabî kadınların göz yaşlarına in an mam!
Son derece inançsız biriyim ben. Ne uydurabilirim aksini, kendimi kandırmak için; ne de inanabilirim artık bunlara, bu kadarını görmüşken.

Çöken, yanan, kaybolan yazılımlarımı geri versinler bana, reculliyetimi hatırlamak için. Selahattin’i, Hayriye’yi, İrfan’ı, Ferhan’ı, Sezai’yi… Hepsi oralarda bir yerde, bir şifrenin içinde işte. Unuturum böyle giderse ve onlar hiç yaşamamış olurlar belki de. Zihnime güvenmiyorum, Türkiye’ye benzeyen zihnime.


 (Tam çıkarken sağ üstteki X işaretinden,  “Değişiklikler Kaydedilsin mi?” diye bir soru soruldu bana. Hayır dersem, yazıyı yazmamış olarak kayıtlara geçeceğim biliyorum.
Evet demiş olmalıyım ki ona -hayır gene anlatmayacağım kendi hikayemi-  bu yazı buraya kadar geldi; elinde koyu gri, şarjlı bir lambayla.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder