2 Aralık 2021 Perşembe

Viva La Muerte, Abajo La İnteligencia!

"He lan post gösterip suni elyaf kaftanını kafesledinse babanı 
Merak etme münker nekir takdir eder bu profesyonel çabanı 

He lan yersen benim derdim vatan millet Sakarya
Sen Faurê'den Respighi'den ne anlarsın hıyar ağa!"

Sf.151

 
Dediğiniz gibi yaptım. Artık gerçekçi bakmak lazım. Yaktım kitapları, filmleri sildim; hem de shifte basarak. Pornolar duruyor tabi, kutsal kitaplarla birlikte! (Kitapları yırttım, filmleri sildim dediysem o kadar da değil.)
Açtım altın hesaplarını, dolar zaten vardı, Bitcoin diye bir şey duydum ama devletimiz kızmasın. Trendyol ve Sahibinden bildirimlerini de sonuna kadar açtım. Eee Kpss’den bu puanı boşuna mı aldım?


Dediğiniz gibi yaptım, unuttum Albert Camus’yü; Kemalettin Kamu’yu ise hiç hatırlamadım. Descartes’ı “Deskartes” diye okuduğum için bana bir masa verdiler biliyor musunuz? Devlet katlarında daha güvenilir kimi bulabilirlermiş. Hem valla hem billa!
Hıdırellez’deki gibi atladım ateşlerin üzerinden iki siyasetçi kolunda; artık ben de “yatırımcı”yım; genç iş adamı dolaylarında.

Dediğiniz gibi yaptım, sorsanız sevmem siyasi iktidarı ama onlar sayesinde sınıf atladım. Yoksa ben Hilton’un en üst katında, boğazdaki bir restoranda evlenme teklifi edecek adam mıydım? Kimsenin önünde de eğilmem yanlış anlaşılmasın. Zaten eğilince, belimdeki silah pelvisime batıyor. Pelvis küçültme ameliyatına gireceğim korkarım.

Dediğiniz gibi yaptım, altın hesabımı iş arkadaşımla kıyasladım. Altına kaçırmış; tüm parasını yani… Hahaha hadi gülün biraz. Ne o ? Neden sesiniz çıkmadı ? Heeyy… Gülmeniz için ne kadar gerekiyor, eh hadi Iban atın madem, bir şeyler yollayayım!  
Sonradan zengin olunca, acının getirdiği mizah duygusu da kalmadı takdir edersiniz ki. Zaten mizah da neme lazım, bana daha çok para lazım!  
Metroya binmiyorum artık bu arada, otobüs de neymiş, demedim mi size; ben sınıf atladım!

Dediğiniz gibi yaptım “Hayat pahalılığı el yakıyor, turistler kadın polislerimize göz kırpıyor” haberlerinden depar atarak kaçtım. Bir zamanlar yakın arkadaşım olan Mehmet ile de görüşemem artık. Yani görüşürüm de görünmem. Ne o öyle ilk tanıdığım günkü adam, bir gram mı gelişmez… (altın konusunda yaani!)

Dediğiniz gibi yaptım. Artık okumuyorum, sûre ve marş hariç hiçbir şey. O da devletimize zeval gelmesin diye! Hem onlar okudu da ne oldu? Unvanları nedir ? Banka hesaplarında ne kadar var ? Onların kazandığını ben bir gecede Nesine’de yiyorum laf aramızda. Hayır, hayır yasadışı olan hiçbir şeyle işim olmaz, devletimize bağlıyız; biz bu göbeği boşuna mı yaptık ?
Haa bu arada gündemdeyken söyleyeyim fikrimi; sormadınız ama benim çok param var ben söylerim; Asgari ücrete %20 zam nelerine yetmiyormuş canım, düşünmek lazım gelir işverenleri!

Dediğiniz gibi yaptım.  Hunharca para biriktirdim. Çünkü bunu yemeye ne kültürüm yeter ne de vaktim. Şeytanın avukatlığını yapıyorum; ya bunlar gidince, yeni gelenler bizi tekrar geldiğimiz yere yollarlarsa ? Aman canım ben zaten onlara hiç oy vermedim.

Dediğiniz gibi yaptım. Ayfon sırasına adımı yazdırdım. Son model araba kuyruklarındayım. Epıl Voaç taktım koluma, ne alet ama! Ülkenin annesiyle cîmâ ediyorlarmış bana ne, ben ayın 15’inde yukarıdan gelecek bildirime bakarım! Diiiiiiiink; Hesabınıza Para Geldi…

Dediğiniz gibi yaptım. O tarafa hiç bakmadım. İnsanlar hapse atılıyormuş, işten atılıyormuş, köpeklerin önüne atılıyormuş, kurşunların önüne atılıyormuş, denizlere atılıyormuş, uçaklardan atılıyormuş bana ne ? Hem bana neden kimse bir şey yapmıyor… Demek ki var bir şey. Hem valla hem billa!

Günaydın aşkım, bunlarla tadımızı kaçırmayalım. Sınıf atlayalım. Cehalet tahakkümünün yılmaz bekçileri olarak atandığımız bu misyonumuzun tadını sonuna kadar çıkaralım. Arada da parlak ışıklı raflardan 2-3 kitap alalım. Story atıp kendimizi hatırlatalım. Asıl yerimizi hatırlayıp haddimizi bilmek yerine, eski yerimizde kalanların(bırakılanların?) canına okuyalım. Hiç olmazsa onları düşünüp vicdanımızı rahatlatalım.

Daha fazla altın alalım, yeşil pasaport kovalayalım, ikinci bir ev alıp içine öğrencileri tıkalım, Bodrum’da yüzüp, Uludağ’da kayak yapalım, garson azarlayalım, gittiğimiz her yerde pazarlık yapalım, bedava çay için kilometrelerce yol alalım… Biz artık çok büyüdük, durduramazlar bizi, haydi demir alalım.
Fazla zamanımız olmayabilir; bize rüyamızda bile göremeyeceğimiz imkânları bahşeden şahs-ı yüceye tapınmayı da unutmayalım.

24 Kasım 2021 Çarşamba

Doğunun Yedinci Oğlu

"...
 Gömün beni değiştirmeden 
 Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
 Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var
 Karşınızdakini değiştirmek
 Beni öldürseniz de çıkmam buradan 
 Kemiklerim değişecek 
 Toz ve toprak olacak belki
 Fakat değişmeyecek ruhum
..."
     Sezai Karakoç- Masal



Övgüye ihtiyacı hiç olmadı. Ne yaptığını ve yapmak istediğini her zaman çok iyi bildi ve o doğrultuda ne gerekiyorsa onu yaptı. Eğer biraz pozör olsaydı, azıcık hevesi olsaydı dünyayla ilgili herhangi bir şeye; ölümü şu an bazı ülkelerde yas ilan ettirebilirdi.
Haberi alır almaz  konuştuğumuz, Karakoç’la tanışıklığı olan bir abim şöyle dedi: “Böyle adamları önce yalnız bırakırlar; sonra bu adamlar onu farkeder ve inadına yalnız kalmayı seçerler”.  Sezai Bey, tercih edilmiş bir yalnızlığın en asil hâliydi. O yalnızlıktan bırakın şikayet etmeyi, bir süre sonra bu yalnızlığını umursamadan  yaşamayı tercih etti. İhtiyacı olur da hayattan bir şey istemek zorunda kalır diye etrafını, dairesini daraltarak yaşadı. Sadece sanatını icra ederken açtı kanatlarını, tüm o çemberi yırtarcasına gerildi İstanbul’un üstünde.
İnancı öylesine dominant bir yer teşkil ediyordu ki hayatında; Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biri olmasını bile bastıracak kadardı. Zira onun için Türk edebiyatının en büyük şairi olmaktansa, iki Müslümanın kardeş içinde yaşamasına vesile olmak evlaydı. Her defasında bunu gösterdi. Şiir yazmak onun için, inancını özgürce ortaya çıkarabildiği hüdainabit bir kabiliyetti.  Zaten şiirinin bu kadar temiz ve böylesine ince işçilik dolu olması da inancıyla alâkalıydı. “Bütün şiirlerimde söylediğim sen/ Suna dedimse sen/ Leyla dedimse sendin”

Tüm bunları yaparken, ona olan hayranlığımın ardından gelen kırgınlığımın sebebi de buradaydı işte. Her şeyin farkında olan bu büyük zekâ, artık ömrünün sonlarına doğru iyice bir “Tarikat Şeyhi” konumuna getirildiğinin farkında değil miydi? Bu konumun onun o eşsiz, insanüstü şiirlerine vereceği zararı hesap etmiş değil miydi? Ömrünü takım elbisesi ve traşlı yüzüyle geçirmiş, Mülkiyeli, Fransızca şiir yazabilecek kadar iyi Fransızca bilen, sınıf arkadaşı Cemal Süreya’nın dediği gibi “Marx’ı da Nietzsche’yi de bilen, Rimbaud okuyan, Dali’yi seven”  birisinin son döneminde getirildiği konum; kendi seçtiği o daireden farklı bir boyuttaydı.
Cenazede, elbette karşılaşacağım tabloyu tahmin ediyordum fakat sarıklı, şalvarlı, işaret parmağını havaya kaldırıp tekbir getiren tarikat müridlerinin ezici çoğunlukta olduğunu görünce açıkçası üzüldüm. Neredeydi Marx, Nietzsche, Rimbaud ? Haydi bunları geçelim, o yağlı saçlı İslamcılardan bir tanesi bile Sezai Karakoç’tan iki dize söyleyebilir miydi ? Şiirini ikinci plana atmayı Sezai Bey’in kendisi mi istemişti? Kimin gücü yeterdi ki Türk edebiyatının en büyük şairlerinden birinin şiirini hasıraltı edip, ona zorla bir gömlek giydirip ondan “şeyh” yaratma gayretkeşliğine?  Bunları düşündüm cenaze boyunca ağaçları seyrederken.
Çok isterdim o omuzlarda giderken, birisinin “Demek gideceksin/ Arkana dönüp bakmayacaksın/ Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin…” diye şiir söyleyip uğurlamasını ama kimsenin bırakın bu dizeleri, böyle bir taraftan bile haberi yok gibiydi. Bunda Sezai Bey’in payı ne kadardı bilemiyorum ama son yıllarında sakal bıraktığına göre hoşlanmıyor değildi.

 İnternet aleminde her zamanki gibi berbat bir şekilde köpürtülen Mona Roza konusuna gelmeden önce Sezai Karakoç’un Türk şiirindeki yerini de belirtmek gerekir.
Orhan Veli ve arkadaşlarının açtığı çığırın etkisinde artık iyice şiirin anlamının değiştiği bir Türkiye’de, tradisyonel şiirde direten ilk isimdi Karakoç. Tabi ki yeni nesil şairlerden bahsediyorum.
Amiyane tabirle, Orhan Veli ve arkadaşlarının dalga geçtiği şiire yeniden eski değerini vermeye çalışan bir isimdi.  Zira Garipçiler öylesine bir anafor olmuştu ki 1940’ların başında, şiirle ilgilenen herkes bir an da olsa “Acaba haklılar mı?” demiştir.  Hem çok popüler hem de güçlü isimlerdi o dönemde Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rıfat’tan müteşekkil Garipçiler. Yakışıklılardı, karizmatiklerdi, Batılılardı ve İstanbullu gençlerdi.
Bilhassa Orhan Veli hem donanımıyla, hem yazdıklarıyla çok ilgi çekiyor; sonraki nesillere yol gösterici bir etki bırakıyordu. Öyle ki 1950’deki ansızın gelen ölümü, bıraktığı şiir mirasına daha da gizemli ve kuvvetli bir form vermişti. İşte bu dönemde, Demokrat Parti’nin de iktidara gelip ülkenin kapısını Batı’ya ardına kadar açtığı konjonktürde, önce Turgut Uyar Geyikli Gece’yi yazarak  “Öyle olmayabilir” dedi Garipçilere cevaben.  Daha sonra Sezai Karakoç da Mona Roza’yla devamını getirdi diyebiliriz. (İroniktir ki Orhan Veli ile Sezai Karakoç'un ölüm tarihleri arasında 2 gün vardır)
Zaten sonrasında da İkinci Yeniciler denilen, Garip’in tam tersi diye açıklayabileceğimiz şiir topluluğu ortaya çıkıp bambaşka bir kırılma yaratacaktı.
İşte bu genel tabloda Mona Roza, şair Mülkiye’deyken, Haziran 1952’de Hisar isimli bir derginin 26.sayısında yayınlanır. Herkesin mâlumu olan akrostiş konusuna girmeyeceğim, birkaç uydurmayı düzeltip geçmekte fayda var. Ayrıca şiirin kime yazıldığı bizi ilgilendirmediği gibi, şairin beyanını esas alacak olursak “hiç kimseye yazılmamıştır”. Mona Roza, yukarıda bahsettiğim siyasî ve edebî dönemde kendi yerini bulmaya çalışan genç bir şairin son derece romantik bir şiiridir. Kendi ifadesiyle, mealen “O dönemde epey aşağılanan ‘Gül’ motifine Türk şiirinde tekrar yer vermek istedim çünkü Orhan Veli ve arkadaşları bununla alay ediyorlardı ve bu Divan şiirinden beri bizim asli motifimizdi” diyor.  Yok efendim şiiri herkesin içinde okumuş da yüz verilmemiş, yok hanımefendi daha sonra şairin yanına gelip özür dilemiş ama o da onu kabul etmemiş, işte bu yüzden evlenmemiş gibi uydurmalar Sezai Karakoç gibi yüksek sanat ve inanç meselelerine sahip bir şair için çok hafif kalır. Tabi ki şairi tanımamak ve sosyal medyada her gördüğüne inanmak cehaletinin içinden olsa olsa bu kadar bir şey çıkıyor. Mona Roza, Sezai Bey’in istemediği kadar meşhur olmuş ve adeta o dönemin meşhur bir filmi gibi sükse yapmış bir şiirdir. (Özellikle 1950-60 nesilinden biraz mürekkep yalamış herkes bu şiiri ezbere bilir)
Hatta yine şairin; “Mona Roza her yerde, şiir gecelerinde okunmaya başlamıştı. Mona Roza Şairi diye anılma tehlikesi baş göstermişti benim için. Sıkılıyordum. Doğrusu şiirin yayılmasına mani olmaya çalıştım daha sonraki yıllar diyebilirim” ifadesi de bunu doğrular. Laf aramızda, Sezai Karakoç’un şiirleri arasında kanımca ilk 10’a giremeyecek zayıflıkta bir şiirdir.

Mona Roza efsanesine de değindiğimize göre Karakoç’un Türkçesi ve tarzı hakkında da bir şeyler söylemek gerekir.
Bugün, özellikle cenazede en ön sırada olanların hiçbirinin elde edemeyeceği bir olgunlukla Sezai Bey son derece İslamî, metafizikî ve retrospektif bir şiir yazmasına rağmen Öztürkçe konusunda şaşılacak kadar tavırlıdır şiirlerinde. Mukaddesatçı camianın “Duyarlıklı, onulmaz, sürek, çağ, bir bakıma, türedi, kent” gibi Öztürkçe ve yepyeni kelimeleri kullandığı asla görülmemiştir eserlerinde, hatta Sezai Bey’den bile sonra. Aynı şekilde seküler camiada da (onlara karşılık yazacak olursak) “mütehassis, naçar, keşmekeş, asır, izafî, sulb, şehir” gibi kelimeleri göremezsiniz. Bunu önemsiyorum çünkü sağ ve solun Türkiye’de dil üzerinden nasıl kutuplaştığını, süreci biraz dikkatli izleyen herkes bilir. İşte Sezai Bey bu iki kutbu da adeta reddedip, bu komplekslere yüz vermeden “yepyeni bir dille, kadim bir şiir” yazma gayretini göstermiştir. Biçim olarak gösterdiği bu cesareti açıkçası kendinden sonra gelen “Müslüman camia mensuplarında” pek göremedik. İçeriğe gelecek olursak da İsmet Özel’in çok güzel açıkladığı gibi  “Onun şiirlerinde bir çocuk ve bir bilge aynı anda konuşur. Çocuk diyorum, çocuksuluk asla değil”.
Açıkçası bir çocuğu bu kadar güzel konuşturan başka bir şair olacak mı bilmiyorum. Gerçi Türk şiiri İsmet Özel’in ölümüyle birlikte zaten tarihe karışacak ama en azından geçmişe baktığımızda da görmüyorum bunu. Annesine  ve çocukluğuna olan müthiş özlem de bunda etkili tabi. Çocukluğumuz, Liliyar, Ötesini Söylemeyeceğim gibi muhteşem şiirlerde sanki bir çocuktan ses kaydı alıp yazmış gibiydi Karakoç.

 Onun dışında Sezai Karakoç şiiri neredeyse “Ayna, süt, ayin, yortu, tören, şölen, sütun, Konstanstin, uygarlıklar, samanyolu” gibi motifler üzerine kuruludur. Bu, onun kulaç genişliğinin ne kadar da büyük bir coğrafyaya denk geldiğini kanıtlıyor. Bugün “Sağcı, muhafazakâr, İslamcı” ne derseniz deyin, herhangi birisinin eserlerinde şu kavramlardan bahsetmesi adeta yasaktır!   

 Utangaç, gerçekten de ikili ilişkilerde konuşmasını pek bilmeyen; kendini öven yazılara teşekkür şöyle dursun tepki gösteren, tüm hayatını kendi davasına vakfeden bir neferdi. Dostlarının zoruyla 60 metre kare bir ev alıp, bir ömür çektiği kiracılıktan ölmeden birkaç yıl önce kurtulmuştu. Ece Ayhan’ın dediği gibi “Mülkiyeli ama mülkiyetsiz bir şairdi”.  Çok önemli bir döneme denk geldi, Türk şiirinin en büyük geçişlerine ve istasyonlarına şahit ve önayak oldu.

 Masal şiirinde söylediği gibi en büyük korkusu değişmek, en büyük gururu da değişmemekti. Böyle olmalıydı çünkü. Ortaya kendi hayat tarzını ve fikirlerini koydu örnek olarak. Doğulu olarak öldü ve değişmeden. Cenazesine son model Mercedes’le gelen ve en önde olan siyasilerden de hiçbir zaman hazzetmedi. Maalesef, (kahredici derecede maalesef!) Akp ile özdeşleşen Uzatma Dünya Sürgünümü Benim diye tanınan inanılmaz şiirinin, emrivakiyle alınıp o dönemki Başbakan tarafından okunmasından da her zaman rahatsız oldu. Aynı kişinin verdiği Cumhurbaşkanlığı ödülünü almaya da gitmedi. Kişiyle alakalı değil, kim olursa olsun gitmezdi ama hiçbir zaman da kağıt üzerinde kendine yakın bir iktidar bile olsa siyasi ranta ve unvana yüz vermedi. Çağın aldatıcı nitelendirmelerine kanmadı, kimsenin yanında yer almadı.

 Ondan çok şey öğrendim; yalnız kalmanın bedelinin çok ağır olduğunu ve kimsenin sizin yalnızlığınızla ilgilenmediğini, yalnızlığı seçtiğinizle kaldığınızı ama bunun da kimseye boyun eğmemek olduğunu, bu yönünüzle içten içe insanların size hayran olduğunu öğrendim.
Kötünün, iyiyi daha çok ortaya çıkarmak için var olduğunu ve bu yüzden kötünün de gerekliliğini öğrendim. Kimseye yardakçılık yapmayınca da bir şekilde yaşandığını hem de daha uzun ve daha onurlu yaşandığını öğrendim.
Onun hakkında söylenecek çok şey, anlatacak çok fazla anektod var aklımda. Ama o, kendi üstadı öldüğünde şöyle demişti;

“Ve yüzyılımıza şeref olan şiir saati durdu
 Bize ne düşer susmaktan başka”


Belki de hadsizlik yapıp arkasından yazılar yazdım, bir şeyler söyledim. Aslında bir mektup gibi de düşünülebilir. Ama bu ona olan borcumdu, tıpkı cenazesine gitmek gibi. İkisini de yerine getirdiğim için bir nebze teselli buldum.
Artık, ellerim cebimde gezerken mırıldandığım şiir dizeleri ve onunla aynı çağda yaşamanın nesillere aktarılacak şansından başka bir şeyim kalmadı elimde. Ha bir de büyük şairin tabutuna dokunmuş bir elim var artık.
Mevlana İdris’in dediği gibi: “Tanrım, Sezai Karakoç için teşekkürler!”


11 Mayıs 2021 Salı

Gitmeye Gelmek

İç geçirerek anlatacağım bunu ben
Nice çağlar sonra bir yerde 
Bir ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben 
Ben gittim daha az geçilmişinden
Ve bütün farkı yaratan bu oldu işte

                                    Robert Frost



Gitmek ve gelmenin ne demek olduğunu bilerek doğmadım. Dünyaya gelmişim haberim yoktu; gideceğim, haberim olmadan. Burada, geldiğim yerde ölmeme de izin vermediler. Allah mı? Ona şükür elbet. Saddam ? Küçükken, onun döneminde daha mutlu olduğumuzu
 hatırlıyorum. Ben, kendimden daha yukarıda bu ikisinden başka kimseyi tanımadım.

Erbil’den Kürt olmadığım için, Felluce’den Caferî olmadığım için kovulduğumda da tek düşündüğüm şey, bir yerde kalabilmekti. Kovulmak dediysem, kovalanmak da diyebiliriz buna. Artık evlerimizin camları taşlanmaya başlandığında yeter dedim ve babama gitmemiz gerektiğini söyledim.
Kalabilmek… Durabilmek…  İnsanın bir yerinin olması, orada huzurla yaşaması ve balkondan  düşen bir kahkaha. Sadece bunun hayaliyle yaşıyordum. Çocukken, hayal meyal de olsa hatırlıyorum böyle bir şey.
Aslında tek başıma kovmadılar beni; babam, annem ve 9 kardeşimle birlikte düştük Bağdat’ın çamurlu yoluna. Kulağımda kulaklık yoktu; Osmanlı caddesindeki  akrabamızın evine vardığımızda alacak sıcak bir duşum ve uzanacak yatağım da yoktu ama gövdemin konumunu değiştirmek zorundaydım işte.  Sakın şikayet ettiğimi sanmayın, ben şu an bunları yazabiliyorsam bu Allah’ın lütfundandır. Ona her zaman şükürler olsun.
Önce durabilmeyi amaçlıyor insan böyle bir hayatın içinde. Durup nefes alabiliyor musun ? O halde her şey mükemmel.
Dünyada, bir türlü kalamayacak kadar çok yer değiştiren birisi, işin püf noktasının bu olduğunu öğreniyor. Durup nefes almak.  Kaç gece uyanıp, annemi ve babamı nefes alıyor mu diye kontrol ettiğimi hatırladım şimdi. Garip günlerdi.

Biz, birkaç gün nefeslendiğimiz akrabamızın yanından, yeni tuttuğumuz eve geçmek üzere hareket etmiştik. Artık Bağdat’taydık ve Felahiye semtindeki küçük evimize geçtik. Küçük dediysem, o kadar da küçük zannetmeyin, tam 12 kişiydik biz ve misal İngiliz bir aileyi korkutacak kadar büyüktü yeni evimiz. Dört odasının birisi daha önce yaşanan patlamadan dolayı harap olmuş, üç oda kullanılabilir ve şans eseri banyo ve tuvalet, sokağa bakan o açık kısımda değil de duvarın bu tarafındaki iç kesimde kalmıştı. Allah’ın bir lütfuydu bu, kışa kadar gerekirse onarır; badana yapacak kadar bile düzeltebilirdik burayı.
Babamla sabah erkenden çıkıp iş aramaya başladık. Daha önce Felluce’den tanıdığımız, Caferî  olmasına rağmen bizi hiç dışlamamış bir arkadaşım vardı. Bir yerde bir türlü duramadığımız için herhangi bir meslekte de ehlileşememiştik. Çok çeşitli işlerde çalıştık; servis şoförlüğü, marangozluk, inşaat ve hatta polislik bile yapmıştım bir dönem. Babama bir servis bulduk ve yakınlardaki bir semte işçileri bırakıp gelecekti her gün. Bense inşaat işine girdim. Çok kolay iş bulduk ve içimiz ilk etapta rahatladı. Allaha şükür fazla beklemeden, evimize bakabilecektik.
O günlerde Irak’ta karışık olmayan ya da bomba patlamayan bir yer neredeyse yoktu. Aslında bombalar da çok dert değildi, kaderimizde varsa bu zaten olacaktı ama normal hayatımıza devam edemez olmuştuk. Irkçılık ve işsizlik bizi Bağdat’a sürüklemişti; en azından ilk aşamadaki tek kriterimiz, bu iki konuda sıkıntı çekmemekti.
Aslında en güzel yer Musul diye duydum ama oraya hiç yolumuz düşmedi. Olsun, Bağdat da güzel bir yer; sapsarı bir kum fırtınası az önce dinmiş de şehre tesadüfen renk vermiş gibi. Allah, kumlu ellerini Bağdat’ın üzerinde çırpmış derdim ben şakayla karışık, babam kızardı.
 Burası sıcak. Gerçekten çok sıcak. Özellikle inşaatta çalışırken, güneşle kaç kez göz göze geldiğimi sayamam. Keşke bir tuş olsaydı ve kapatabilseydim onu bir süreliğine. Yine de alışmıştım, iş arkadaşlarım iyi insanlardı. Başımızda Türk bir mühendis vardı ve dediklerinden pek anlamasam da onu da severdim.
En çok zorlandığım konulardan birisi, işten toz toprak içinde dönüp su kesintisinin olduğu 2 saatlik o aralığa denk gelmekti. (Bağdat’ta elektrik de su da 2 saat aralıklarla verilir).Bazen yemek bile yiyemeyecek kadar pistim. Yine de bir yemek olduğu için şanslıydım tabi Allah’a şükür.

 Toz toprak içinde evin önünde oturup sigara içtiğim bir gün, karşı evdeki bir kız çarptı gözüme. Leş gibiydim. Bu tarz konulara çok zamanım olmadığından, nasıl yaklaşacağımı bilmesem de bu güzelliği anlamak için çok yetenekli olmaya gerek yoktu. Bu çirkef içinde, bu yorgunluk, açlık ve yabanlık içinden bile sıyrılıp keşfedeceğim bir çift gözdü bu. Önce baktım ve güldüm, o da baktı ve karşılık verdi. Sonra ne yapsam diye düşünürken, annem çağırdı: “Said… Sular geldi”.
Gidip duş aldım, aklımda o vardı. Yemek yedim, yine aklımda o vardı. Bu defa elimde çayla çıktım dışarıya, karşımda o vardı. Pencerenin arkasındaydı ve en azından evin önüne çıkmasını bekledim. Gözlerini benden aldı, evin karanlığında kayboldu ama ben yanıma geleceğini anladım; birkaç adım atmıştım ki buluştuk. Biraz sohbet ettikten sonra  Bağdat’lı olduğunu, babasının öldüğünü öğrendim. (Cesaretlendirmişti bu beni). Abisi de varmış fakat evliymiş ve maddi manevi pek ilişkileri yokmuş. Telefon numaramızı verdik birbirimize ve konuşmaya başladık. Onun da bana ilgisinin olduğunu öğrendiğimde çok sevindim. Artık devamlı konuşuyor ve evin önünde birbirimizi daha da yakından tanıyabileceğimiz sohbetler ediyorduk. Bağdat’ta, hatta Irak’ta, kadın ve erkeğin öyle herhangi bir yerde nikahsız oturabilme ya da el ele gezme ihtimali söz konusu bile değildir. Bu yüzden onunla evlenmek istediğimi söyledim, o da kabul etti. Durumu aileme anlattım ve onların rızasını da aldım. Babam, kızın isminin Zehra olduğunu öğrenince “Güzel isim” dedi. Daha sonra Zehra ile Bağdat’ın merkezindeki nikah dairesinde nikah kıyıp evlendik. Bizimle kalmaya başladı, hayatımızı bir şekilde yoluna koymuştuk.

 Size biraz da Bağdat’tan bahsetmek istiyorum; Caferî ve Hanefîlerin yarı yarıya ayrıldığı, iki tarafın da birbirinden hoşlanmadığı(!), 2003 yılında ABD askeri şehre giriş yaptığında balkonlarına ABD bayrağı asılan bir şehirmiş burası. Tabi ki aradan 15 sene geçtikten sonra artık ABD askeri kalmamış şehirde ama her şeyin içini öyle boşaltmışlar ve kepazeliği öylesine körüklemişler ki ortada hiçbir kuvvetin olmadığı, küçük kuvvetçiklerin kol gezdiği bir şehir düşünün. Saddam asıldığı gün kutlama yapılmış, halk sokaklara dökülmüş sevinçten; şu an ise ‘Saddam döneminde daha iyiydik sanki’ diye söylenmeye başladılar. Aslında bunlar Irak’ın her yerinde konuşulur ama Bağdat, Irak’ın kalbidir ve burada konuşulanlar direkt Irak’ın sesidir.

 Ve polisler… Bunlara ayrıca değinmem gerek. Devletin en çok sevdiği kesim olan polislerin aylık geliri 2 bin dolar, rüşvet hariç! Zaten Bağdat’ta eğer polisseniz çok zenginsiniz, değilseniz çok fakir; ortası yok. Onlarla göz göze gelip de cebinizdeki tüm parayı onlara vermeden evinize gidebilmeniz mümkün değildir. Para yoksa, dayak yersiniz. Dayak da mı yok, o halde karakola gidersiniz. Karakoldan sonra çok büyük ihtimalle bir daha evinizi göremeyeceksiniz. Öylesine korkardık ki polisten, öylesine sevmezdik ki onları… İnsan en çok, korktuğu zaman sevgisizleşiyormuş. Nasriye Hapishanesinde kaç arkadaşımın cesedinin bile bulunamadığını ben biliyorum. Anne ve babalar, oğullarının cesedi için bari bu cehennemin kapısında ömürlerini çürütürler ve Saddam döneminden kalma bir askerin nefret dolu sesinden şunu duyarlar: “Bugün işimiz var, yarın bakarız”. Anne-baba olmanın bu kadar zor olduğu ama inatla anne-baba olunan başka bir şehir daha yoktur; Bağdat!
Öyle hatıraları var ki insanların, insan olduğunuzdan utanıyorsunuz. Arkadaşım Hüseyin’in abisi, askerden kaçtığı için, yakalanıp meydanda kurşuna dizilmiş ve attıkları kurşunun parasını hemen o an annesi ve babasından istemişler.  Kadın, geri kalan ömründe yanında para taşımamış bu yüzden. Düşünebiliyor musunuz? Bağdat’ta hayat, hayata benzemiyordu. Buna alışmak ise insanı kendinden korkutuyordu.
Ben alışmamıştım. Rüşvete, yalana, iftiraya daha fazla dayanmamayı kafama koymuştum. Bir boşanma davası için 25.000 dolar rüşvet istenilen bu şehirde artık El Kaide’den de bıkmıştım, DAEŞ’ten de, polisten de askerden de.

 Zaten, gitme yollarını aradığım günlerden birinde işten eve gelip Zehra’yı ağlarken gördüm. Ne olduğunu sordum ve polis olan abisini kaçırdıklarını söyledi. El Kaide neredeyse her gün birilerini kaçırıyordu ve artık çok yorulmuştuk. Abisini hiç görmemiş olmama rağmen epey üzüldüğümü hatırlıyorum. Muhtemelen hep yaptıkları gibi fidye isteyeceklerdi, Zehra bir yandan yengesini arıyor, bir yandan bize bilgi veriyordu. El Kaide 30.000 dolar fidye istediğini, aksi halde abisini öldüreceğini söylemişti. Abisi polis olduğu için bu para sorun değildi, bir şekilde ödendi ama olan biteni asıl geldiğinde görmüştük. Abisinin yüzü dayaktan tanınmayacak haldeydi ve sırtına ütü basmışlardı. Apar topar hastaneye gittiklerinde, ben valizimi hazırlamaya başlamıştım bile. Artık bu ülkede duramazdım. Evet burası bizim memleketimizdi ama her gün bu şiddet ve ölüm korkusuyla yaşamak bize de eziyetti. Biraz birikmiş paramız vardı, nereye gideceğimi hiç bilmesem de bu işleri Bağdat’ta ayarlayan onlarca kişi var. En güvenilir olanını buldum ve bizi buradan götürmesini söyledim. O da şu sıralar sadece Türkiye’ye yollayabileceğini, orada bağlantılarının olduğunu söyledi. Kabul ettim. Zehra, perişan bir vaziyette hastaneden geldiğinde konuyu ona açtım ve kabul etmekte zorlanmadı. O da çok yorulmuştu ve daha iyisini istemek bizim de hakkımızdı. Bundan şikayetimiz yoktu, Allah’a hep şükrettik. Ama çocuklarımızın burada, ölümün içine doğmasını, en azından ben istemiyordum. 

 Bağdat havalimanına yakın oturuyorduk, eskiden, ismi Saddam Havalimanı’yken oraya gitmiş olan amcamın anlattıklarına göre büyük bir yerdi. Annem ve babamla vedalaştık; çok mutlulardı ve özellikle annemin “Hadi bir an önce git” demesi, vedayı kolaylaştırmıştı. Beni istemedikleri için değil, nerede olursam olayım Irak’tan daha iyi olacağımı bildikleri için mutlulardı.
Yola koyulduk, kısa süre sonra havalimanına vardık. Pasaportlarımızı gösterdik, giriş yaptık ve İstanbul uçağına bindik. Özellikle uçak havalandığında sanki cennete gidiyoruz ve Miraç günü peygamberi göğe yükselten Burak’ın kanatlarındayız gibi bir hava hakimdi kabine. Zehra biraz korkmuştu ama eğlenceliydi de aynı zamanda. Hatta ben biraz fazla heyecanlanıp öndekilerin bakışlarına maruz kalmıştım. Çok mutluyduk, bilinmeze gitmemize rağmen. Bildiğimiz bir kötülükle, bilinmez bir kötülük arasında tercih yapmıştık ve biz şanslı olan taraftaydık. Tam 17 tane kuzenim öldürülmüştü Irak’ta. Çeşit çeşit sebeplerle. Onlardan biri olabilirdim sonuçta.
Yalnız değildim, Zehra vardı. Allaha şükrediyordum. Biraz korksam da bunu Zehra’ya belli etmemem gerekirdi. Üstelik beni orada karşılayacak bir arkadaşım da vardı. İsminin Salih olduğunu biliyordum ve telefonla devamlı iletişim halindeydik. İstanbul’a iniş yaptık.  Tek bir kelime Türkçe bilmiyordum ve Türkiye hakkında duyduklarım sadece “Osmanlı ? Müslüman”dan ibaretti.

 İstanbul, Bağdat’a benzemiyordu tabi ki. Çok kalabalık,  iyi giyimli insanların olduğu, kadınların tenini görebildiğim bir yerdi burası. Anlayabildiğim kadarıyla da Bağdat kadar sıcak değildi. Havalimanının önünde Salih’le buluşmak için hareket ettik, o sırada Bağdat uçuşundan çıktığımızı gören birisi bize bir şeyler diyip arkadaşlarıyla gülüşmüştü. O zaman hiç Türkçe bilmediğim için anlamamıştım ama şimdi hatırladığım kadarıyla “Bağdat Caddesine gitmek ister misiniz?” gibisinden bir şeyler söylemişti. Sanırım İstanbul’da böyle bir yer varmış.
Salih, Zehra ve ben birkaç saat sonra kalkacak bir uçakla İstanbul’dan, yerleşeceğimiz yer olan İzmir’e gidecektik. Daha önce bilmiyordum ama yine sorduğuma göre sahil kenarında bir yermiş. Salih iyi bir insandı, bize her konuda çok yardımcı oldu sağ olsun. Müslüman olduğundan dolayı zaten aksini hiç düşünmedim.

 Kısa bir uçak yolculuğundan sonra İzmir’e indik. Salih bizi birkaç gün evinde ağırladı. Ağırlıklı olarak Arapların kaldığı bir mahalledeydik ve bir sorun yok gibiydi. Sonraki günlerde önce elimdeki biraz birikmiş paramla ucuz bir eve çıktık. Evler burada çok ucuzdu ve çok sevinmiştim. Bağdat’ta 400 dolar olan ev kirası, burada 100 dolar bile değildi. Ayrıca 24 saat elektrik ve su olması benim için mutluluk vericiydi, sanırım hayatımda ilk kez böyle bir fırsat yakaladım.
Zehra ile ilk kez aynı evde yalnız yaşayacağımız için heyecanlıydım açıkçası. Onun mutfakta çok maharetli olduğunu biliyor, temizlik konusunda da özenli olduğunu görüyordum. Bu konu benim için yeterliydi. Onu mutlu etmek ve korumak için buraya getirmiştim; birbirimizi seviyorduk ve en büyük hayalim bir çocuğumuzun olmasıydı. İş bulduktan sonra mutlaka bir çocuk yapmak ve onun burada doğup büyümesini istiyordum.
Ertesi gün dışarıya iş aramaya çıktım ve ilk gün bir sonuç alamadım. Gerek dil bilmiyor oluşum, gerekse beni Suriyeli zannetmeleri ve bu konuda çok sert olmaları, işimi zorlaştırdı. Zehra bunu dert etmiyor, mutlu olduğunu bana gösteriyordu. Zaten mutlu olacağına inanmasa, benimle gelmek istemeyebilirdi; belki de mantıklı olan buydu. Ama biz Ortadoğulular, sevgimizi mantıksız bir fedakârlık yaparak gösteririz. Başka türlüsünü bilmeyiz.

 Sonraki gün, iş aramaya, biraz uzak bir semte gittim. Orada bir boyacıyla anlaştım. Paramı günlük verecekti ve bazı taşınacak malzemeleri gün içinde bir sokak ötesindeki deposundan alıp getirecektim. Mutluydum, Allah nasip etmişti ve iş bulmuştum.
İlk zamanlar iş yerinde ve markette ciddi bir dil sıkıntısı çektim. Çoğu şeyi telefondan resmini göstererek tarif edebiliyor ve anlıyordum. Erkekler bizim oradaki gibi sohbet etmeyi çok seviyor, kimi zaman bu yüzden patrondan azar işitiyorlardı. Anlayabildiğim tek şey araba markaları ve Erdoğan sözcüğüydü.

Ben siyaseti hiç sevmediğim ve zaten anlamadığım için bu konulara girmek de istemiyordum. Hakkını vermem gerekir ki çok fazla bir ırkçılıkla ve dışlanmışlıkla karşılaşmadım.  Patronumun karısı Meral Abla sağ olsun, temel ev eşyalarımı verdi. Eve ilk girdiğimizde hiçbir şeyimiz yoktu ve şu an yatak, buz dolabı gibi şeylere sahibiz. Allah’a şükür şartlarımız çok iyi. Tabi dışlanıyoruz, küçümseniyoruz ya da bize o gözle elbette bakıyorlar ama buna alışmıştım. Ben hayatım boyunca hiçbir zaman saygı görmedim ki. Ne öyle bir coğrafyada yaşıyoruz, ne de benim o saygıyı sağlayacak imkanlarım oldu. Evin içinde birbirimizi severdik biz. Saygı çok şansa kalmış bir şeydir bizim oralarda. Şimdi başka bir memleketin de yabancısı olarak kim bana, neden saygı göstersin ki. Böyle bir beklentim yoktu, bunun için de yakınacak değildim. Patron bazen paramı vermiyor ya da az veriyordu, bunun için hakkımı aramıyordum çünkü elimde olan işi kaybedebilirdim. Şükretmezsem daha fazlasını bulamazdım. Dediğim gibi, benim tek istediğim nefes alabildiğim bir hayattı. İçimde bu zamana kadar gördüğüm vahşetin yorgunluğu olsa da

Türkiye güzel bir yerdi.
İlk zamanlar biraz da mecburiyetten kimseyle konuşmadan, sadece Zehra’yla çay içip geleceği konuşuyorduk. Artık işe girdiğime göre çocuk yapabilirdik. Zehra da bu konuda istekliydi.

O gece mahalleden bir bağırış sesi duydum, dışarı bakmaya değer görmedim fakat vaveyla arttı ve 2 el silah sesi geldi. Balkona çıkıp baktığımda sarışın ve kısa boylu birisi, elinde silah, havaya ateş ediyordu. Karşısında da arkadaşları onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Korkmuştum tabi ama daha çok Zehra için. Benim böyle olaylardan korkma eşiğim çok yüksekti, Irak sokakları sayesinde.
 Sabah onun kim olduğunu sorduğumda, bizim yan binada oturan Kerim isminde birisiymiş. Suriyelilerin mahalleyi istila ettiğini ve hepsini buradan kovacağını söyleyip sık sık yaptığı gibi dün de kavga çıkarmış. Hatta bu yüzden ona Saddam diyordu Suriyeli ve Türk komşularımız.
İşe gittim, patron, sabah şarap içiyordu. Bunun karşısında çok şaşırdım ve rahatsız oldum. Evet belki içilebilirdi ama akşam dükkanı kapattıktan sonra; sabah bu iş olmaz. Hemen ordan uzaklaştım ve bir daha gitmedim. Alkol olan yerde, benim olmam doğru olmaz. Kendime yakıştıramam bu günahı.

Belli bir süre işsiz kaldım ve bol bol komşularımızla konuşmaya çalışarak Türkçemi geliştirmek istedim. Artık en azından temel şeyleri anlayabiliyor ve gün geçtikçe geliştiriyordum dilimi.

İş yerinden arkadaşların aracı olup bana ulaşması sonucu bir apartman temizliği işine girdim. Kapıcı gibiydim ama o apartmanda kalmıyordum, sadece temizlik işlerine bakıyordum. Burada da mutluydum, Allah nasip etmişti. Apartman sakinleri, muhtemelen Suriyeli olduğumu düşündükleri için, ekmek almamı istemediler. Bunu artık anlayabiliyordum. Dediğim gibi, alıştığım bir şeydi bu. İnsan, bir yerden sonra bomba sesleriyle uyumaya bile alışabiliyor. Alışkanlık evet rahatlatıcı ama asla uyumamanız gereken bir yataktır.  Ona kendimi kaptırsaydım ya mezarda bulacaktım kendimi ya da Kaide gibi bir örgütün bayrağını sallarken. Alışmamak için geldim buraya. Bu yüzden, nasılsa ekmeklerine benim dokunmamı istemiyorlar, diye ellerimi daha seyrek yıkamaya başlamadım, alışmadım buna. Tam tersi, daha da temiz oldum. Kimse bana pissin dememişti ama bırakmadım kendimi bu imâya. Ne üzülüp yataklara düştüm, ne de ‘siktirin gidin’ diyip arkamı döndüm bu ekmek mevzusuna. Kendimi devamlı geliştirmek istiyordum, Zehra ve çocuğumuz için.

 Apartmandaki insanlar sağ olsunlar bana kullanmadıkları eşyaları verdiler ve evimde eksik olan bazı şeyleri temin ettim. Zehra çok sevinmişti. O çok konuşmaz, mutfak işleriyle ilgilenir ve küçük televizyonumuzdaki Arap dizilerine bakardı. Çok da dışarı çıkmamaya başlamıştı son zamanlarda.
Bir süre çocuk yapmayı denedik. Zehra’dan o mutlu haberi bir türlü alamadım, belki de ben ona veremedim. Yine de sabretmek lazımdı, Allah büyük.

 Gece yine bir kavga sesiyle balkona çıktım. Saddam dedikleri Kerim yine aynı şeyleri yapıyor ve bu defa küçük bir çocuğu dövüyordu. Evimizin balkonu, sokağa atlayabilecek kadar alçaktı. Atladım hemen ve çocuğu elinden aldım. Bana da vurmaya kalktı, kendimi korudum. Ben ondan çok daha uzun boyluydum ve mukavemet göstermem zor olmadı. Aslında onu orada yumruklayabilirdim fakat Zehra’yı düşündüm, ben yokken ona bir şeyler yapabilirlerdi. Tabi korkak görünürsem de bu defa bana huzur vermezlerdi. Tam ikisinin ortası bir kararla, eve doğru gittim. Arkamdan küfürler savurdu ve “Hepinizi öldüreceğim. Kendi ülkenizde savaşmaya götünüz yemedi, burada bizimle savaşacaksınız di mi... Çocuk yapacak kadar keyfiniz yerinde ama…” dedi. Sanki biliyordu çocuk yapmak istediğimizi, bu bana mizahi geldi ve sinirlenmek yerine gülümseyerek apartmana girdim.

 Çocuk yapmanın keyifle olan ilgisini anlayamamıştım. Bağdat’ta biz 9 kardeştik ve keyfimiz mi vardı yani ? Aynı şekilde Zehra’lar 6 kardeşti. Arkadaşlarımdan 13 kardeş olan bile vardı ve hiçbirinin keyfi yerinde falan değildi. Ben buraya keyif yapmaya değil, yaşamaya ve yaşatmaya gelmiştim sadece.

 Birkaç dakika sonra biraz hava almak için balkona çıktığımda, yan apartmanda sağ çarprazıma denk gelen balkonda devamlı oturan bir abi seslendi bana; “Şşşht. Şşşhht..." Göz göze geldik: "Dö Gol… İyiydin ha afferin… Hep böyle ol ki seni de yazabileyim bir gün”. Sürekli balkondaydı abi, önünde bir ekran, bir şeyler yazıyordu. Ara sıra durup etrafı seyrederdi. Ben güldüm sadece “Sağ ol abi” dedim. Gurbette  hem de kendi vatanınızda da değilseniz temas ettiğiniz herkesin kim olduğunu öğrenmek istiyorsunuz. Belli bir seviyede kendinizi güvende hissedecek kadar en azından. Bizim komşulardan birine, bu abinin kim olduğunu sordum. “Haa o mu… ‘Fransız’ deriz biz ona. Yıllarca Fransa’da yaşamış ama karısına ödediği nafakadan artık o kadar fakirleşmiş ve canından bezmiş ki beş parasız bir şekilde buraya kaçmış. Çok eskiden dedesi otururmuş bu dairede. İşte yazı yazar sağa sola, kendi yağında kavrulur gider. İyidir ama Fransız, kimseye zararı yoktur.” dedi ismini henüz öğrenmediğim ve sormaya da utandığım abla. Yarısını anlayamamıştım o an dediklerinin ama dili daha iyi öğrendikçe böyle eskileri hatırlayıp ne dediğini çıkarmaya çalışmak çok zevkliydi.

 O gün işe gittim. Birkaç eşya taşıttılar, temizlik de epey ayrıntılıydı. Çok yoruldum. Hayli de zorlandım eve dönerken.
Sokakta patırtı yoktu akşam. Allah bir şekilde işimi de huzurumu da vermişti. Zehra ile çocuk konusunu konuştuk ve yarın doktora gitmek istediğini söyledi. Ben öncelikle tek başıma gidip kendimi muayene ettirmek istedim. Kararlaştırdık ve sabah apartmandaki işlerimi bitirdikten sonra hastaneye gittim. Şunu da arada belirtmekte fayda var ki muayene olmamız evet ücretsiz ama hükümetten herhangi bir para almıyoruz. Ayrıca ne kadar söylersem söyleyeyim  kimsenin inanmadığı o gerçeği size de söyleyeyim; oy kullanmıyoruz! Buna neden herkes bu kadar takıntılı ve bu konuda asla hiçbir şeye inanmıyorlar bilmiyorum ama gerçek bu. Zaten size neden yalan söyleyeyim ki hiçbirinizi görmedim bile.
Hastanede işimi halletmem epey zor oldu çünkü buradakiler Bağdat’a benzemiyor ve ilk kez böyle büyük ve yeni bir hastaneye geldim. Yine de sağ olsun insanlar yardımcı oldu ve bir şekilde doktorun odasına girdim. Tabi bir de orada bir mücadele vardı. Türkçe’yi öğrenmek aslında zor değildi ama onların konuştuğu dili biraz eskitmek gerekiyordu bizim daha rahat anlamamız için. İşte mesela “anlamak” değil de “İdrak” denildiği zaman bir şeyler anlıyorduk biz de. Doktor ise neredeyse hiçbir dediğimi anlamadı. Mahalledeki çoğu insanla anlaşabiliyordum ama doktor belki de anlamak istememişti biraz da. Çok zorlandım. Beni yollamak istedi, Arapça bilen birini çağırmak istedi ama başarılı olamadı. En sonunda yine ilk geldiğim günkü halime dönüp telefonu çıkardım ve hem çeviriden, hem de fotoğraflardan, ona derdimi anlattım. Hatta internete “Bebek” yazıp üzerine çarpı işareti koyduğumda çok güldü. Sonuçta derdimi anlatmıştım!

 Muayene bittiğinde, doktor “Varikosel” diye bir şeyden bahsetti ve bunun ameliyatını olmam gerekiyormuş. Ameliyat olursam, büyük ihtimal çocuğum olacakmış ama ameliyattan önce imkânsızmış. Aslında sevindim bir çözümü olmasına ama ameliyat parasını denkleştirebilmem nereden baksan birkaç senemi alacaktı. Bu beni biraz üzdü çünkü Zehra’ya ‘birkaç sene sonra’ demek istemiyordum.
Eve bunları düşünerek dönerken, Iraklıların fırınına denk gelip bizim oranın ekmeklerinden aldım. Gerçekten güzel kokuyor ve Bağdat’ı pek sevmesem de bana ailemi hatırlatıyordu. Eve geldiğimde Zehra her zamanki güler yüzüyle karşıladı beni ve o gün fasulye yapmıştı. Huzurumuzu sağlamıştık Allah’a şükür. Akşam çay içerken konuyu açtım ve ameliyat olmam gerektiğini söyledim; eğer tüm paramızı ameliyata yatırırsak, bu defa da buradaki hayatımızı riske atmış olacaktık. Zehra bu ikilemden etkilendi ve ağladı. O ağlayınca çok üzüldüm ve “Bir çaresini bulacağız merak etme” dedim. Gözyaşlarını silerken “Kendimi çok hazırlamıştım hamileliğe, utanıyorum senin yanında gezerken sanki başka bir şeyinmişim gibi” dedi. Bu çok dokundu bana. “O halde” dedim: “Biz de evin içinde sen hamileymişsin gibi yaparız”. Birden gülmeye başladı ve “Dalga geçme” dedi. Gerçekten dalga geçmiyordum, tam hamilelik şişkinliğinde pamuktan bir karın yapacaktım ona ve öyle gezsin istedim. Zaman geçtikçe de bunu büyütürdüm. Onun üzülmesine ve sürekli karnına bakmasına artık dayanamıyordum. En azından bir süre böyle kendini iyi hissederdi. Şakayla karışık da olsa böyle bir şey yaptık. Morali düzelir gibi oldu.

 Ben bu zamanda ek işler bakmaya çalışıyordum. Bir yandan da Bağdat’ı arayıp biraz para istedik eş dosttan. Sağ olsun kırmadılar bizi ve yolladılar. Bizim için para yollandığında alabileceğimiz bir ofis var burada, yani bir nevi “Irak PTT’si”, gidip oradan aldık paramızı. Zaman geçiyor ve biraz daha büyüyorduk.

 Bir gün eve dönerken, üçüncü kattan birisi bana beklemem gerektiğini ve birazdan aşağıya geldiğini söyledi. Vücut dilinden anladığım kadarıyla pek hayra alamet değildi. Zehra’yı eve yolladım ve beklemeye koyuldum.
Geldiğinde “Sen nasıl Müslümansın lan” dedi. “Niye” dedim. “Bugün takvime baktın mı hiç, bugün bizim bayramımız” dedi. Ben bayram olmadığından emindim ama öyle kesin konuşuyordu ki bir an şok oldum. “Bayram değil, ne bayramı” dedim. “Mekke’nin Fethi bugün” dedi. Hayatımda ilk kez duymuştum bunu ve Türkiye’de bunun bayram olarak kutlandığını bilmiyordum. Ayrıca bir saygısızlık da yapmamıştım zaten, evime gidiyordum sadece. “Peki” dedim, “bayramın mübarek olsun”. Ama daha bitmemişti diyecekleri, “Zaten çocuğunuz da yok, evli misiniz değil misiniz o bile meçhul. Karına da söyle başı açık gezmesin buralarda, ahlak diye bir şey var ahlak… Namus… Duydun mu hiç Iraklı ? Var mı sizin oralarda böyle şeyler ?”
O an onun kafasını kesip, degaj diker gibi evin çatısına atmak istedim. Ama aklımdaki tek şey Zehra ve gündemimizde olan ameliyattı. Herhangi fevri bir harekette bulunursam, o yalnız kalırdı ve hiçbir koşulda bu riski alamazdım. “Düzgün konuş abi, ayıp oluyor” dedim. O sırada komşular geldi. Özellikle Canan Abla “Hadi oğlum, tamam bakma sen ona” diye beni eve yollarken, “Abla kusura bakmayın ben bilmiyordum, bayramınız mübarek olsun” dedim. “Lan ne bayramı, sen o yobazın lafına takılma. Ona kalsa her gün kandil, her gün bayram, her gün bir şeyin yıl dönümü. Bırak şunu, götünden bayram uydurmuş yine. Biz sizi seviyoruz Said. Sakın üzülme” dedi.

 Eve girer girmez, kapıya yaslanıp ağladım. Zehra da başka bir odada ağlıyordu; ikimiz de neye ağladığımızı biliyorduk. Birbirimizi ağlarken görmedik ve duymadık ama ağladığımızı biliyorduk. Galiba küçüklüğümden beri duyduğum o ‘aşk’ dedikleri şey buydu.
Mahallede huzursuz olduğumuzu söyleyemem. Allaha şükürler olsun. Ama tek tük böyle şeyler oluyordu. Yine de artık duymamayı öğreniyorduk. Türkçemin geliştiğini buradan anlıyordum.

 Ertesi gün doktor aradı, ameliyat tarihini vermek için. Haftaya Perşembe günü ameliyat olacaktım. Zehra o kadar sevindi ki akşam benim en sevdiğim ama onun yapmaya üşendiği o muhteşem un kurabiyelerinden yaptı. Bir elimizle çay içerken, diğer elimizle birbirimize dokunuyorduk.

 İnsan neyden mutlu olacağını bildiği zaman, hele bir de o konuda işleri rast giderse, her şeyi seviyor. Dünyadaki her şeye iyi bakıyor. Fransız abi umarım mutludur, hatta Saddam dedikleri Kerim ve dün gece bana sataşan o adam da…

 Bu kadar mutlu olmamın yanı sıra, ben Türkleri sevmiştim. Beklediğim kadar ırkçılık görmedim, Müslüman bir milletti ve kültürümüz çok farklı değildi. Çalıştığım apartmanda benden hoşlanmayanlar da vardı elbette ama birçok eşya verip yardım eden de. Biz fakirdik evet ama kimse bize yardım etmek zorunda değildi sonuçta. Bu konuda gereğinden fazla ilgi gördük.
Yine de Türklerin bizim oy kullanmamız ve çocuk yapmamızla neden bu kadar ilgilendiklerini hiçbir zaman anlayamadım. Olsun, ziyanı yok.

 Ameliyata artık saatler kalmıştı. Sabah oldu, hastaneye gittim ve ameliyata alındım. Uyandığımda herhangi bir sorun yoktu. Zehra da yanımdaydı zaten. Narkozlu bir şekilde onu tanımamışım ve buna biraz bozulmuştu. 1 gece kaldıktan sonra sabah evimize gittik.
Biraz zaman geçtikten sonra Zehra’nın hamile olduğunu öğrendik. Çok sevindik ve Bağdat’taki yakınlarımızla paylaştık. Evimizde mutluluk hakimdi ve yine o herkesi sevme istidadı…
Zehra ile şöyle anlaşmıştık; doktora gidip bebeğin cinsiyetini öğreneceğiz ve eğer onun istediği ismi koyacaksak, doğuma kadar cinsiyeti öğrenmeyecekti. Sadece ben bilecektim. Bir sabah doktora gidip öğrendik, oğlumuz olacaktı. Zehra bebeğin sağlıklı olmasıyla ilgileniyordu ve cinsiyeti öğrenmem onu çok sabırsızlandırmadı.

 Bir gün bebeğe bir şeyler bakmak için çarşıdan dönerken, Zehra’nın karnı artık iyice şişmişti, bıyıklı ve yüzüklü bir tip önümüzü kesti. “Ulan hem Suriyelisiniz hem deli gibi çocuk yapıyorsunuz. Niye savaşmadın lan kendi ülkende? Oradan kaç, gel buraya çocuk yap…” dediği sırada, Zehra’yı arkama alıp adama okkalı bir yumruk attım. Sonra kendimi kaybetmişim, suratını dümdüz ettim ve Zehra ağladığı için durdum. Pişman değildim, büyük bir öfke birikmişti içimde ve artık kendimi savunma gereği hissettim. Burası evimize uzak bir bölge olduğu için, pek tedirgin olmadım. Eve girdiğimde Zehra elime pansuman yaptı ve çay içtik.

 Ben savaştan öncesini hiç görmedim, hayatım savaşta geçti. El Kaide’nin kimlik kontrollerinden, Daeş konvoylarına kadar. Yanımda kesilen kafaları, saçlarından tutup, çuvala doldurup arabanın kasasına attım ben. Kaç arkadaşım,  babası, abisi, kaç akrabamız bombalı saldırıda öldürüldü ve şu an mezarları bile yok, kesik etlerin arasından geçip onları bulmaya çalıştım. Şimdi ben mi korkaktım, hayatında kan görmemiş 30 yaşındaki bir Türk benden daha mı cesurdu yani ?  Neden ? Kim veriyor bunun kararını ?
Biz ailemle bomba sesine o kadar alışmıştık ki “Bugün uyuyamıyorum, bomba sesi yok, çok sessiz” diyorduk birbirimize geceleyin.

 Ben savaşmaktan yorulduğum için kaçtım, karımı ve doğacak çocuğumu korumak için. İnsanî vasıflarımı ve yeteneklerimi kaybetmemek için. Size hiç bahsetmedim mesela, ben aslında şairim. Ama ölümle dövüşmekten şiir yazmaya fırsatım mı oldu? Yazdığım şiirlerin ölümden başka bir şeyden bahsetmesine kalemim razı mı geldi? Savaşın bitmesini en çok ben istedim, bir gün şiire dönebilmek için.

 Ömrümü polise rüşvet vererek çürütmemek için geldim buraya. Cesedimi sokak köpeklerine yedirmemek için. Kulağımı ya da elimi kestirmemek için. Ben mi kaçmıştım savaştan ?
Sonra, çocuk yapmanın keyifle alakası var mı ? Belki de içgüdüsel olarak “Yok olmamalıyım, inadına çoğalacağım” diyorumdur bu kadar ölümden sonra. Benim elimde değil bu.
Hem yabancı memleketlere de gitme fırsatım olabilirdi, 200 dolara Yunanistan’a kaçırabileceğini söylemişti arkadaşım beni. Ben sırf Müslüman değiller diye Avrupa’ya gitmeyi reddettim. Domuz eti yedirirler bana diye. Duyduğuma göre onlar pek çocuk yapmıyormuş bile. Çok sıkıntıda olduklarından mı? Ee soruyorum size, çocuk yapmak keyiftense; yapmamak sıkıntıdan mı ? Yani Bağdat’taki adam, Yunanistan’daki adamdan daha keyifli öyle mi ?
Ben hiçbir savaştan kaçmadım. Tam tersi, savaşmaya geldim buraya. Kaçsaydım, kendimi ölümün kuş tüyü kucağına bırakırdım. Hayatın tam ortasında, yangınların arasından çıkan kapkara bir Arap atı gibi koşabilmek için, savaşmak için geldim buraya. Yaşamak, savaşmaktan başka nedir ki... Ben, hiçbir, savaştan, kaçmadım. Ayrıca merak ediyorsanız söyleyeyim, oğlumun adını Abbas koyaca… Her neyse.


O sabah işe gittim, kız kardeşim yazdı ve annemle buraya gelmek istediklerini söyledi. Zehra’ya yardım için. Artık doğum yaklaşıyordu. Olur dedim, işten sonra arayacaktım onları.
Eve gittim, kapıyı çaldım ve kimse açmadı. Zehra bunu hiç yapmamıştı daha önce. Uyuyakaldı herhalde dedim, biraz oturdum, sigara içtim evin önünde.
Sonra tekrar çaldım, açmadı. Tedirgin oldum ve eve balkondan atlayarak girdim.
Zehra yüz üstü yatıyordu, siyah elbisesi ıslak gibiydi, yüzünü çevirdim ve boğazı kesikti... Oranın kesildiğini daha önce de görmüştüm Bağdat’ta ve çoktan öldüğünü anladım. Belki bir ümit, oğlumun yaşama ihtimali olur diye ambulans dedim, aradılar, 2 ya da 3 dakika sonra geldi ambulans. Artık çok geç olduğunu söylediler, biliyordum zaten ama “Hastane… Çocuk için” dedim. Birlikte ambulansa bindik. İki kolum da parmaklarımdan omuzuma kadar kan içindeydi, ne olduğunu anlamamıştım. Sanki o bombalı uykuların birinden uyanacaktım. Apar topar ameliyata aldılar ve oğlumu da kaybettiğimi söylediler. Abbas koyacaktım ismini. Zehra’nın ölen abisinin adıydı. Geceye doğru, cenazelerimi hazırladılar ve istersem Türkiye devletinin Bağdat’a kadar  bana eşlik edeceğini söylediler. Duygularım henüz yerine gelmemişti ama bu galiba iyi insanların yapabileceği bir hareketti. Zehra’yı iyi bir insan öldürmemişti ama bu kararı alan iyi bir insandı mesela.

 Onlara, cenazelerimin bu gece morgta kalıp kalamayacağını sordum ve olur dediler. Eve geldim, neredeyse tüm mahalle evin önündeydi. Saddam da oradaydı, Fransız Abi de Canan Abla da. Hepsi çok üzgün bir şekilde baş sağlığı dilediler. Çok durmadım, eve geçmek istediğimi söyledim, bana yemek yapmışlar ama yiyemedim. Zaten kollarım hâlâ kan içindeydi.
Buraya onların hayatını korumak için gelmiştim, başaramadım. Artık burada durmamın bir anlamı kalmadı.
Sabah üçümüz de Bağdat’a döneceğiz; onlar benden ayrı bir şekilde tabi. Elbette ağlayacak daha çok vaktim var ama şu an değil.




Canan Abla: Fransız…
Fransız: Evet Canan’cığım ?
CA: Said sabaha karşı evden çıktı ve bu defteri sana vermemi istedi
FR: Said mi… Ne defteri yahu?
CA: Bilmiyorum, üzerine “FRANSIZ’A” yazmış açıp bakmadım.
FR: Tamam, sen koy onu güvenli bir yere, şu yazıyı bitirip geleceğim
CA: Olur





  "Bir gün savaş bitecek ve ben şiirime geri döneceğim" Suriye







23 Mart 2021 Salı

Mimsiz Medeniyet

"Anlayabilirim Çoğu kere burnumla, Yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak Ve döğüşebilirim, Doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum Her şey için, herkes için, Yaşım başım buna engel değil, Ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak, açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni Yazık."
Nazım Hikmet- Şaşıp Kalmak



“Lisanımın sınırları, dünyamın sınırlarını belirler” demiş dil felsefesi üstadı, mantıkçı filozof
Ludwig Wittgenstein. İnsan, etimoloji denilen deryanın içine daldığında anlıyor bunu. Dilimizi ne kadar ilerletebilirsek, kavramları ne kadar çekiştirirsek, kıyıda köşede bekleyen sözcükleri ne kadar rahatsız edersek o kadar açılıyoruz kendi dünyamızın deryasında. Derya demişken, buna deniz de diyebilirdim; ya da Bahriyeli sözcüğünün “Denizci” olduğunu düşünürken, bu sözcüğü bir katana darbesiyle ikiye bölüp “Bahr”ın deniz olduğunu da işaret edebilirdim. Bahreyn diye bir ülke olduğunu bilenler, bu sözcüğü de ikiye bölerse “Bahr” ve “Eyn”i bulacaklardır ve “Eyn” sözcüğü “iki” demektir. Yani, “İki deniz” anlamına gelir. Sonra haritaya bakarsınız ve oralarda bir yerde iki deniz olduğunu görürsünüz, görmezseniz vaktiyle orada iki denizle alakalı bir şeyler olduğunu muhakkak tespit edersiniz. Mesela aynı şekilde Birader’den Brother’ı; Duhter’den,Daughter’ı bulup “Farsça’nın İngilizce’den daha eski bir dil olduğunu” görebilirsiniz. Ya da Los Angeles’ın İspanyolca olduğunu bilirseniz, Amerika kıtası hakkında bir fikriniz olabilir. “Burg” sözcüğü İngilizce “Küçük şehir” demektir örneğin. Edinburg, Petersburg, Luxemburg, Hamburg’u gördüğünüzde bunların Avrupa’da olduğunu ve birbirini etkilediğini bilirsiniz.  Çok gizli bir bilgi vermem gerekirse de; bir şeyin sonunda “İyyet” varsa bu onun “kavram” olduğunu gösterir (Bkz.Cinsiyet, Milliyet, Ferdiyet). Kavram da eski dilde “Mefhum” demektir ve bu “Fehim” yani “Düşünce”den gelir. Düşünce ürünü olanın adı mefhumdur. İşte çekiştirdik,hareket ettirdik biraz ve kısacık bir Etimoloji denizi yolculuğu yaptık. 

Yazının buraya kadarki kısmı “George Orwell ağğbi yaa” diye siyasi muhalefet yapanlar içindi. Eğer buraya kadar geldiyseniz, biz bizeyiz demektir. Artık asıl konuya gelebiliriz.

 Son dönemde siyasi iktidarın sergilediği, gürültülü bir adaletsizlik ve çöküş konserini izliyoruz. Biz tribündeyiz tabi ki başka yerimiz olmadığı için; fakat sahneye baksak da bakmasak da kulaklarımız patlamış durumda o berbat kakafoniden. Bu yazıyı, en azından bundan sonrası için “sıkı giyinmek” minvalinde yazıyorum.

 Hangi topraklarda yaşıyorsak, orayı iyi bilmemiz gerekir. Dilini, hava şartlarını, insanını, tarihini, kültürünü. Bu Orhan Pamuk için de böyledir; Çin’deki o meşhur yarasa çorbasını getiren garson için de. Bilmesek yaşayamaz mıyız? Tabi ki yaşarız ama anlamadan. Anlamadan yaşamak da bir valizin, bodrum katta yıllarca beklemesinden farksızdır. Eğer burada kök salmak gibi bir iddiamız varsa, burayı anlamak bizi daha sağlam ayakta tutacaktır. (Dolar kuruna ve pasaportumuzun gücüne bakarsak, kök salmaktan başka çaremiz olmadığına ikna olduk nasılsa!)
En azından anlama yolunda bir ömür geçirmek zorundayız. Anlamak istemiyorum, bilmek istemiyorum, düşünmek istemiyorum diye ayak direyenlerin; son 20 yılda neler yaptığını gördük. Peki bu ülkenin insanı neden hiçbir şey üzerinde düşünmeyi sevmiyor veya söylediğini-yaptığını takip etmeyi hemen unutuyor ? Neden devamlı ağzında olan bir kavram için bile (hem de şu çağda) açıp üç dakika mesai yapmıyor ? Aslında bunun cevabı kısa ama net değil: Çünkü başkaları onların yerine düşünsün ve mesai yapsın istiyor. Kötü yönetilmek pahasına da olsa o hayalindeki elbiseyi giymiş bazı adamlar tarafından domine edilmeyi talep ediyor. Peki o ‘başkaları’nın yönetme ve düşünme pratiği nedir bu kültürün içinde? Genelde siyasi iktidarı eline aldıklarında düşünmeye başladıkları için her şey bu hale geliyor.
Bu ülkenin insanı da her toplum gibi belli bir kültürün mirasını koruyup, belli bir gen havuzundan ve uygarlık seviyesinden şekillenmiş durumda. Kendi ülkem için 21.yy’dan geriye doğru gidip “Nereden başlıyor bu hikaye?” dediğimde, hep İslam’ı bulmuşumdur. Ondan öncesi başka bir dönem, ondan sonrası başka bir dönemdir. Zira, İslam öylesine müdahil bir dindir ki neredeyse her şeye karışmış ve bu doğrultuda önüne geçen herhangi bir şeyi yok etmekte tereddüt etmemiştir. Dolayısıyla devlet olarak islami kültür ve kavramlarla büyüyüp, 2021 yılına geldik. Tabi ki  benim gibi İslam’ın herhangi bir kuralıyla rotasını belirlemeyen binlerce insan olmasına rağmen, yaptığı her şeye İslami referans bulmakta çekinmeyen bir güruh tarafından yönetiliyoruz. Dolayısıyla bu kavramların ne olduğunu bilmek gerekir. Öncelikle, İslam-Arap kültüründen alınan ve bugün siyasilerin ağzına yuva yapmış neredeyse tüm kelimelerin, aslında birinci anlamına gelmediğini söylemekle başlamak lazım. Bunlardan bazıları dâvâ, hukuk, devlet, meclis, müebbet, bekâ şüphesiz. Ama “siyaset” kavramına gelecek olursak, ne demek olduğunu benim diyen siyasetçinin bile tarif etme ihtimali yok. “Siyaset etmek” Osmanlı’da “İdam etmek” anlamındaydı mesela. En azından “Politika”, “siyaset”ten daha açıklayıcı, “Poli ve tika” yani “çok” ve “yüz” sözcüklerinden oluştuğunu biliyoruz. Örneğin İstanbul’da bu kavramları  10 kişiye sorsak 10 ayrı cevap alırız. İşte dalavere burada başlar.
Dünyayı Doğu ve Batı olarak ayırırsak, Batı’da bu kavramların ne olduğu çok net bellidir ve adı üstündedir. Bizde ise adeta istismar edilsin diye, muğlak bir şekilde, içi fazlasıyla doldurulup boğulmuştur. Kim tarafından istismar? “Allahın yer yüzündeki gölgesi” tarafından. Kim bu? Devlet adamı. Devletin kelime anlamı nedir? Şans. “Başına devlet kuşu konduysa” eğer, çok şanslısın demektir. Dünyadaki devlet algısını ve kavramını düşünün; “Şans”la nasıl bir ilgisi olabilir ki ? Ama bu topraklarda, devlet “şans” demektir. Yani devlet bize getirse getirse şans getirir! “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”. Böyle bir kültürde devleti eleştirip, siyasileri yerinden edip, halk eliyle bir yönetim sistemi olur mu ? Olmazsa son 19 senede olduğu gibi devamlı yönetilecek ve devamlı hatalarını bizim üzerimizden düzeltecek beceriksiz insanlarla karşılaşacağız.
Yukarıda da bahsettiğim gibi tüm kavramların istinat duvarının İslam olduğunu düşünürsek, oradaki devlet algısı da Nisa Suresi 59.ayet’te “Ul’ul emre itaat edin”dir. Yani, devleti yönetenlerin emirlerine uyun.
 
Devlet, hem bir şans timsali; hem itaat edilecek bir mekanizmadır. Devletin kutsallığı bu kadar açıkken, bu devleti yönetenin kutsallığı sorgulanır mı? O da “Allahın yeryüzündeki gölgesi, dinin kılıcı ve kâfirlerin korkulu rüyası” falan oluyor işte. Kavramların asla sorgulanmadığı bir dünyada, onların çok büyük anlamları varmış gibi dikkat dağıtmak kaçınılmazdır.

Gelelim, Meclis sözcüğüne. Meclis ne anlama gelir desek, acaba kim aslolan amacından bahseder ? Kelime anlamı “Cülus edilen yer”dir Meclis’in. Cülus töreninden de bildiğimiz gibi, “oturmak” anlamındadır ve Padişahın tahta oturmasından gelir bu sözcük. Meclisin işlevi nedir peki ? Ne yapar ? Neden onları seçeriz ? Ve neden “vekil” denir onlara ? Yozgat Çekerek’in su sorunundan bahsetsinler diye mi? Gerçekten hayır. Solcuların gözlerini tekmeleyip kör etsinler diye de değil, bilemediniz. Meclis’in aslolan tek bir görevi vardır; Vergileri denetlemek! Verdiğimiz vergilerin nereye gittiğini denetleyip kontrol etmek ve bize bu doğrultuda güvence vermek. Peki bugün en büyük sorunumuz nedir ? Vergilerimizin nereye gittiğini bilmediğimiz gibi, uydurulmuş vergiler verip neredeyse devlete vergi ödemek için çalışan milyonlarca insandan biri olmamız. Çünkü iş dönüp dolaşıp aynı yere geliyor; kullandığımız -hatta bizzat içinde olduğumuz- kavramın ne demek olduğunu bilmezsek, içinin nelerle doldurulması gerektiğinden haberimiz olmazsa, işte böyle istismar üzerine istismar ediliyor.


Hukuk kelimesindeyiz. Sıralamayı herhangi bir şey gözeterek yapmıyorum. Öyle olsa hukuku en başa koyardım fakat listeye buradan giriş yaptı. Kelime anlamına gelmeden önce, “Hukuk” denildiği zaman aklınıza ne geliyor? diye bir röportaj yapsak ne denir? Peki size sormuş olayım aynı soruyu: Cübbe, arzuhalci, mahkeme salonu, mübaşir, Savcı… Ne çağırıştıyor hukuk size? Kelime anlamını bilmediğimiz şeyler, bizi o kavramın içinde buhar ediyor. Hukuk, haklar demektir. Peki neyin hakları? Tabi ki de kendi haklarımız. İnsanlık hakkı, yaşama hakkı, barınma hakkı… Aklınıza ne geliyorsa hepsinin adı hukuktur fakat bugün bu ülkede insanların “Benim hakkım” diye hayal edebildiği bir olgu söz konusu bile değildir. Hak verilmez, alınır; fakat buralarda tam tersidir. Günün sonunda, hepsinin dini referansı vardır zira. Hakk, Allah’ın 99 isminden en meşhurudur ve insanlar oğullarına Hakkı ismini verirken oraya atıfta bulunur. Bir haksızlık mı var ? O halde Cenab-ı Hak öyle istemiş, mahkemeye gidip hukuk içinde kendi hakkımı arayamam. “Ne yani sen Cenab-ı Hak’tan daha mı iyi biliyorsun”? 90 sene önce modern hukuk geldi diye, terk edilecek değil 14 asırlık müesses inanç. Daha hukuk kavramının bile ne olduğu belli değilken; hukuki cezalar, yaklaşımlar, içtihatlar, emsaller nasıl belli olacak? Dolayısıyla, müebbet hapis cezası alan birisinin, müebbet hapis cezası almadığı  (24 yıl sonra tahliye) bir hukuk sistemimiz var. Dâvâ kelimesi zaten tamamen siyasi bir kavram artık. Kutlu dâvâ… Şanlı dâvâ… Dönmem bu dâvâdan… Halk arasında, birine dâvâ açmanın herhangi bir karşılığı yok. Bir hukuk kavramını, hukukun bağırından söküp almak siyasete ne kazandırır? Oy. Hukuk, bir oy karşısında nedir ki! Hukuk dediğin nedir yani ? Devlet adamı söyler ve hukuk olur. Çok mu iş! Hükümet ve Hâkim kelimelerinin aynı kökten geldiğini düşünürsek, çok da şaşırmamak lazım.



Bu ülkenin insanı, kendisi hakkında karar veren siyasi iktidarlara dini meşruiyet sağlamakla görevlidir adeta. Zira hiçbir kavramın, hiçbir fikrin tam olarak tarifi yapılmamıştır. Evet belki de neredeyse hepsinin Batı kökenli olması bunda etkendir fakat kendi kültürümüzde bunların karşılığının olmaması da bizim sorumluluğumuzdadır. Neden hiçbir örfi, dini, tarihi “sakatlığımızla” özgüvenli ve samimi bir şekilde mücadele edemeyiz? Neden yan yana gelmesi facia olan bazı kavramları birbirinden ayırmakta bu derece güçlük çekeriz? Bizim yerimize bunları yapan birilerini bekleriz de bu yüzden. Neden öyle olduğunu soranlara da “Siz bilmezsiniz / Size anlatmak da istemem” minvalinde cevaplar verilir. Sezai Karakoç’un bu şiiri, aslında Batı ve Doğu arasındaki müthiş uçurumu muhteşem bir şekilde ortaya koyar ve kendini tabi ki bu tarafta konumlandırır. Fakat şiirin başlığı bile tam olarak yukarıda işaret etmeye çalıştığım muğlaklığın itirafı gibidir; “Ötesini Söylemeyeceğim”. Bu coğrafyada, bir şeyi bilen insanlar “Ötesini söylememekle”, “Anlatsam da anlamazsın zaten”e iman etmekle kendini bir çıkmaza sokmuştur. Kendi etrafına ateş yakan bir akrep gibi… Dolayısıyla devamlı, mutlaka “yukarıdan” olmak suretiyle bir şeylere maruz kalacağımıza inanırız.  Kontrol asla bizde değildir. Yaşlı annesini döven adama araba çarptı “Allah işte… Sopası yok”. Sopası hukuk olmayan milletlerin, görünmeyen sopalarla korkutulması tarihte yeni değildir. Sopaya ihtiyaç olması bile yeterince anlamlıdır.  Devamlı bir edilgen, reaktif durum söz konusu. Buradan ne çıkar? “Allah bilir”, “Allah’ın hikmeti”, “Allah nasip etti”. Direksiyona geçmekten imtina eden fakat direksiyonda kimin olduğunu bilmeyen bir ademdir buraların insanı. Bunu öğrenmek onu tedirgin eder. Halbuki, yoldaysak, arabayı kimin sürdüğünü bilerek içimiz rahatlar. Yol demişken, “tarikat” kelimesinin “yol” anlamına gelmesine şaşıracak mıyız? Bu coğrafyanın insanı yolda olmadığı için, hiçbir zaman yola çıkmaya cesareti ve ehliyeti olmadığı için, tarikatlara başvurur. Tarikatlar hem direksiyona geçer, hem sizi yola çıkarır çünkü. Yolda olmak zorunda olduğumuz bir gerçek; yola hazırlanmak için ise yalnız kalıp düşünmek gerekir. Bizim insanımız ise cemaatler yoluyla hareket etmeyi daha güvenli bulduğu için tevessül etmez bunlara. “Mürşit”, yol gösterici demektir ve tarikat şeyhlerinin birinci unvanıdır. Hatta siyaset kelimesinin, siyasa’dan geldiğini ve yol demek olduğunu da paylaşmaktan mutluluk duyarım. Hem nalına, hem mıhına yani! Bir taraftan politikacılar, bir taraftan tarikatçılar bir “yol” peşinde.

 Bu ikircikliğin başladığı yer İslam’dır şüphesiz; hiçbir şeyi tam tarif etmediği için. Etmek zorunda da değildir. Kutsal kitap sonuçta, yemek tarifi kitabı değil ! Demek istediğim “Dinin direği” dediği namazı bile tam tarif etmeyen bir kitabı okuyanlar, “Galiba bazı şeyleri bizim anlamamıza gerek yok, birileri geliyor ve bizim yerimize karar veriyor, biz çok da şey yapmayalım” diyor işte. Hatta namaz kelimesine gidecek olursak, Farsça kökenlidir. İran’daki mollalar vasıtasıyla bize gelmiştir. “Dinin direğini”, endirekt olarak almışız yani. Bunu bilen fetbazlar da dini, yığınları yönlendirip kalabalıklarından yararlanmak için kullanıyor. 14 asır boyunca işleyen bir tembellik mekanizmasından bahsediyorum. Hele bir de “demokrasi” diye bir et sürüsü tahakkümü varsa ortada, istismar, istismarı doğuruyor. Nur topu gibi dinin bembeyaz örtüsüyle kapanmış, despotizm!

Kapanmış derken, Allah’ın sıfatlarından birisi de “Settar”dır. Yani “Üzerini örten, kusurları kapatan” diye açıklayabiliriz. Mevlana’ya atfedilen “Başkalarının kusurlarını kapatmakta gece gibi ol” sözü de aynı doğrultudadır. Neden devamlı kusur kapanıyor? Niçin sürekli bir yerlerde kusur var ve kapanmak zorunda? Kusurlarla yüzleşip, bir daha yapmamak için çaba sarfetmek kültürünü neden Batı sahiplenmiş de bizde devamlı bir kusur kapatan var. Niçin 19.yy’da Max Weber, “Protestan Ahlakı”nı yazmış da bizim  Sünni-Şii-Selefi Ahlak diye o çapta kitap yazılan bir çağımız olmamış. Ötesini söylese keşke birisi!  

 Her kavramda ihtilaf olması iyidir aslında ama bu tartışma ortamı yaratmıyorsa ve o ihtilafların hepsi hüküm belirtiyorsa, büyük bir nefes darlığıdır bu. En temel konularda bile herkes aynı şeyi söyleyemiyor bu kültürde; Kur’an’ın ilk emiri olan OKU’dan, çok eşliliğe; sanattan, spora, ekonomiden, iftar saatine ve bayram gününe kadar en ufak bir konuda bile mutabakat sağlanamıyor. Dolayısıyla, çok karışık ve “kafamızın basmayacağı” şeyler varmış algısı oluşuyor.
Dünyamız küçüldükçe küçülüyor bu bakış açısıyla. Futbol, Kerbelâ’da kesik kafalarla yapılan bir eylemden geliyor; enstrüman çalmak günah, şarap içersen 40 gün vücudundan çıkmaz, kırmızı giyme, dans etmek mekruh, gece tırnak kesme, ıslık çalıp şeytan çağırma, yüksek sesle müzik açma, yazılı tshirt giyme… Bla bla bla… Hayat ne kadar büyürse, o kadar kontrolü kaybedeceklerine inanıyorlar. Hayat pratiği ne kadar azalırsa, tekeline almak o kadar kolay zannediyorlar. Halbuki hayat bizden bağımsız devamlı büyüyen ve gelişen, akan bir şey. Kontrol edemediği her şeyden nefret ediyor bu coğrafyanın insanı. Kaldı ki dinin hayatta bir karşılığı olup olmadığını bize göstermeleri gerekmez mi? Evlerinin ve eve benzeyen mekânlarının dışında asla yoklar. Şiddeti de sevgiyi de oralarda icra ediyorlar.
Bu, insanları hiçbir şey yapmamaya ve itaatkârlığa itiyor; yönetme ve baskın olma pratiğimiz köreliyor, böylece itiraz edip sorgulama hasleti kaybolup gidiyor. Neticede, yöneteyim diyenler saldırıyor; iyi yurttaş olayım diyenler, kadın profillerinin altında kullanılmış çorap dilenen ruh hastalarına dönüşüyor. Bu da emin olun ki siyasi iktidarların alçaklıklarını makyajlıyor. Devletin kullanılmış çorabı da en az sokaktaki adamın kullanılmış çorabı kadar pistir! Devletin ayakları, çocuğumuzun-sevgilimizin boynundan daha güzel kokmaz. Kokamaz!
İslam’ın neredeyse geliş sebebi olan ve ısrarla vurgulanan “La ilahe illa İlah” sözünü de bu makamdan okumak gerekir. “Allah’tan başka ilah yoktur”. Neden bu kadar ısrarla? Birileri, Allah’tan başka ilahlara tapmaya hazır ve hevesli mi yani? Yoksa o birileri, devlet adamları mı ? Yoksa iktidar, yani kudret, yani “El Kadr” bazen amacından sapıyor da Allah’la iç içe geçmiş devlet adamları mı yaratıyor? O devlet adamları kendilerini Allah olarak görmese bile; hiçbir kavramın ne demek olduğunu bilmeyen, üzerine düşünmeyen ve sadece inanmak için çırpınan bu kalabalık, onları Tanrı olarak mı görüyor ? Ötesini Söylemeyeceğim…


7 Şubat 2021 Pazar

"Ben, Kaderimin Yorgunluğunu Çekiyorum"

 

“Yaşlılar vardır ,gülümseyerek ölürler, uykuda sağdan sola döner gibi veya sönmesi gibi yağı biten bir lambanın.”  (Kör Baykuş sf.63, çev.Behçet Necatigil )


Birisine açık açık “Beni ihmal etme” diyebilir misiniz ? Bu kişi ailenizden, hatta en yakınınızsa bile, bu söz sizi eksiye düşürür muhtemelen. En azından öyle bir dünyada yaşıyoruz.
İnsan, her zaman kaybedecek bir şeyi olduğuna inanan bir zavallı olduğundan (esasında böyledir de bu, insanın her zaman kaybedecek bir şeyi vardır fakat bunu bilmesi, onu zavallı bir konuma sokar) muhtemelen belli bir yaş haddinde değilseniz, bu soruya “Hayır. Ne münasebet!” diyeceksiniz. Ne zaman ki gerçekten kaybetmeye başlarsınız ve buna ikna edilirsiniz, işte o zaman hakiki insan olursunuz. Kaybetmek derken, kredi kartınızın kaybolmasından ya da işinizi kaybetmekten bahsetmiyorum. Kayıp kelimesinin “Gayb”tan geldiğini düşündürecek bir zamanın boşluğu içinde, sadece durarak yaşamak bu dediğim.

 Hayat, devam ettikçe kapıların anlamsızlaştığı bir gidiş-geliş serüveni olduğundan, insan sadece yaşlandığında anlar zamanı.  Artık güç gösterisi yapacak, güçlü olduğunuzu gösterecek bir durum; hatta “inadına bir gün daha yaşayacak” bir düşmanınız bile kalmamıştır hayatta. Sosyal medyadan, buruşuk ve sarkmış derinizi de paylaşamayacaksınız o zaman. Aslında ne kadar yalnız olduğunuzun bir çığlığı olan o paylaşımların hiçbir alıcısının olmadığı zaman dilimi de elbette gelecek. Hayır ben değil, zaman tetikte bekliyor. Her zamanki gibi…

 Tam şu an annenizin, babanızın, dostlarınızın ve neredeyse sizi tanıyan herkesin öldüğünü düşünün ama siz sapasağlamsınız. Savaş mı çıktı ? Yo hayır. Ne oldu ki büyük bir tufan mı geldi ? Hiç de bile. Sadece yaşlandınız. Böyle büyük bir felaketin, zamanın gayet doğal bir kısmı olduğunu hayal edin. Hatta yukarıdaki tüm ihtimaller gerçekleşmiş olsun ve bunu kimse şaşkınlıkla karşılamasın. Mümkün mü böyle bir şey? Delirirdiniz muhtemelen değil mi ? İşte tüm bu olanları tek bir sözcükle normalleştirip, anlatabiliriz; o sözcük “Yaşlılık”. Şimdi kılıç, kınına girdi. Hele ki ortalama insan ömründen biraz daha fazla yaşadıysanız. Hani insanların, sanki yaşamak için birilerine para vermişsiniz gibi, duyduğunda “Oooo” yaptığı bir yaştaysanız diyorum. Mesela 88 diyelim. Yük olmanın, istediğini yapamamanın vermiş olduğu o suçluluk duygusundan bahsediyorum. Hani yere düşersiniz de hakem size sarı kart gösterir “Aldatmaya yönelik hareket”ten. Sonra hakeme gidip, “Tamam ama ben senden lehime bir karar beklememiştim ki” dersiniz. Kâr etmez! Hayat size sarı kart gösterir ve artık sizi oyundan atmak için gözünüzün içine bakıyordur o yaşlarda, en ufak bir “aldatmaya yönelik” harekette oyun dışı kalacağınız kesindir. Ayağınızın takılmasına kimsenin tahammülü yok, “Yo hayır ben bu yüzden düşmedim, gerçekten takıldım” diyene kadar zaten iş işten geçmiş oluyor.

 Hakkınız olan her şeyden, “O nasılsa yaşlı” diye mahrum kalırsınız. Nasılsa  yaşlı, yemeğini-suyunu ver ve rüzgarlı havada sırtına bir de hırka geçirdin mi tamamdır. Adam sen de, daha ne istiyorsun!  En sevdiğiniz şeyi düşünün, artık her neyse, kaslarınız sizinle vedalaşmaya başladığı için bunu yapamadığınızı biliyorsunuz. Peki ya özlem? Peki ya hasret? Peki ya eskilerin “tâb-ı hevesnâk” dediği, yaşama hevesi ? Bunların kasları –nerede kim bilir- hep sağlamsa ?

 Mesela bir ihtiyar, güneşin batışını izlemek isteyemez mi ? Yürümek, böyle caddeler boyu… Yüzmeyi, seyahat etmeyi, bir ağacın dibine oturup etrafı izlemeyi hiç canı istemez mi ? Elbette ister ama karşısındaki herkes “Sen yaşlısın, böyle bir hakkın yok” diye üstüne çullandığı için, en sonunda bunları istemeye hakkı olmadığına ikna olur yaşlı insan. Çocuklar nasıl ki olağan insan davranışlarını sergilediklerinde bize sempatik gelir, yaşlılar için de tam tersidir durum. Hani “Huysuz İhtiyar” diyorlar ya, nasıl huysuz olunmasın? Kitap okuyacaksınız, gözleriniz ağrıyor. Çay koyacaksınız, eliniz titriyor. Birisiyle sohbet edeceksiniz, kulağınız duymuyor. Bunları gülümseyerek karşılamak, alelade bir insanın yapabileceği bir şey değil.

 Sanırım yaşlılık; vücudunuzun, beyninizi artık “savaş”ın bittiğine ikna etmesi anlamına geliyor. Onların ufak tefek şeyleri bu kadar takıntı haline getirmesi de bundan. Mesela bir terlik, bir saat, bir hırka gibi… Tahminimce büyük şeylere artık uzanamadığını gören insan, küçük şeyleri büyütüyor. Yaşlıların müthiş alıngan olması da bu yüzden değil mi? Aslında bir tercih değil, zorunluluk meselesi bu. Alınganlığından başka neyi kalmıştır ki ihtiyar bir insanın?

 Dedem, 50 sene oturduğu ve kendi yaptığı evinden (daha iyi bakılmak üzere) taşındığında  “Sokağın köşesinden dönerken, son bir bakış atmış mıdır acaba?” diye düşünmüştüm. Bir daha dönmem, diye aklından bir kez bile geçirmiş midir ki… Çevresindeki hiç kimse bunlara yoğunlaşmayınca, insan da bunların önemsiz olduğuna ikna oluyor galiba. Bu yüzden ona her “Napıyorsun?” dediğimde, “Biz bu yaşta napabiliriz ki, duruyoruz işte” diyor sitem etmeden. Durmak zorunda olmak ve bundan başka çare olmadığına ikna olmak. Çok acı olmalı. Özellikle gençlik penceresinden oraya baktığınızda. İşte bu acıyı  “vakaı adiyeden” saydığınızda yaşlanmışsınız demektir. En son ne zaman koştuğunuzu düşünüp dertlenmekle, en son ne zaman “koşabildiğinizi” düşünüp dertlenmek aynı mıdır? Yaşlılık, bazı dertlerin, istemeden de olsa şapkasını önüne koymasıdır.

 Bir de kendini küçülmüş hissetmektir ne kadar iri cüsseli olsanız da. Bir yaştan sonra her anlamda bebek gibi olursunuz; işte boyunuz kısalır, vücudunuzda tüy kalmaz, süt dişleriniz yeniden çıkar ve saire. Bir nevi tersten bebeklik!

 Aslında ne kadar insana ait özelliğimiz varsa, yaşlanınca bırakmak zorunda kalıyoruz. İnat ediyoruz mesela, “Hayır bu yemek bu ateşte olur!” diye, sonra daha genç birisinin hafifçe bir el hareketiyle “devre dışı” kalıyoruz. Bu durum karşısında maraz çıkarmak için bile yaşlısınız ve çaresiz ama içinizde patlayan bir volkanla yerinize oturuyorsunuz. Bu durumu bozuntuya vermiyorsunuz da üstelik.
Dünya hayatı, belli bir yerden sonra, sizin için bir angarya halini almış; hiçbir yük olmamasına rağmen hem de. Aklanacak bir ölüm yaşını da kaçırmışsınız. Yani ölseniz, kimse gözlerinizi hatırlamayacak. Hatta herkes ölmeniz için gözlerinizin içine bakıyor, sanki onların hayatından çalıp yaşıyormuşsunuz gibi!

 İnsan böyledir; genç bir ölümle ölürse eğer (bu “ölümle ölmek” lafını severim) kendini aklama ihtimali yüksektir. İşte borç alınan arkadaş, çok da sıkıntı çıkarmaz geride kalanlara. Yediğiniz bütün herzeler, kırdığınız kalpler, yaptığınız her türlü dingillikler unutulur. Ölmüşsünüzdür çünkü artık; aklanma perdesi çekilmiştir. Geride kalanlar ,size acıyarak sizi aklarlar. Arkanızdan kötü konuşmayı göze almış birisi bile yutkunur, bir adım geri atar. Toprağın altında olmak, artık yakanıza yapışmayacakları anlamına gelir. Her ölüm erken değildir yani, bazı ölümler geç kalmıştır. Miras bekleyen hayırsız evlat için, sürekli hizmet etmekten yorulmuş ve artık kadın tutmayı düşünen yaşı geçkin kız evlat için, mezar yeri için anlaştığınız mezarcı için. Saati gösterip, “Eee hadisene!” yaparlar size ama başka suretlerle. Neden bayramda yeni elbise giymek istiyorsunuz mesela? Niçin, canınız lokum çekti? Yahu sen kimsin ki daha kaliteli bir çay istiyorsun? Halbuki yaşlıların en sevdiği sözdür; "Gönül, kocamaz". 

 Susarsınız. Ölmenizi bekleyen ve “yaşamış olmanızın” alnınıza kazılı bir yara izi gibi, herkes tarafından göründüğü bu zamanda susarsınız. Temel ihtiyaçlarınızın bile artık külfet geldiği o kişiler her kimse, onlara dönüp “Galiba biraz fazla yaşadık” bakışı atarsınız; bunu söyleyemezsiniz. Zira ortada kapanması gereken ama bir türlü kapanmayan bir hesap vardır ve bu hesap kimsenin sorumluluğu değildir.

 Sonra, hatıralarınızdan başka yeni bir şey olmadığı için, geleceğe yönelik tek düşünebildiğiniz şey cenazenizdir. İlk kez farklı bir yerde geçirilecek o gece. Yağmur yağarsa, gidip gitmeme konusunda ikileme düşecek uzak akraba. Cenazeyi kimlerin kaldırabileceği…
Hele bir de karınız/kocanız hayattaysa onu geride bırakma ağırlığı. İnsanların “Eh artık 150 sene mi yaşayacaksın, bunları düşünme ve bir zahmet öl”  düşünceleri. Defin bittikten sonra dönerken, edilen ilk dünyevi kavga. Bunları hayal edersiniz. Ha bir de gece uyurken, eğer uykumda ölürsem diye düşünüp, dua etmek var. Bunları düşünmek için çok zamanınız oluyor yaşlanınca. Ve spoiler  verecek olursak, muhtemelen Tanrı’yı geri çağıracaksınız. “Gençken almadın canımı, bilmedim” diyen şair gibi. O da bu davete icâbet edecektir, tarih boyunca yalnızlığın en meşhur davetlisi hep kendisidir.

 İnsan gençken hem kendine bunları yakıştırmıyor, hem de ölümle bağlantısının uzak olduğuna inandığı için yaşlıları bir “Ölme Adayı”ndan daha ötede hayal edemiyor. Acizdir nihayetinde!
Bu bahsettiğim neslin ortalaması, en az 3 çocuk yapmış ve çocuklarının, bireysellik denen modern çağ hastalığını tanımadığı ebeveynlerdi. Ayrıca hepsinin de iyi kötü bir emekli maaşı ve bir evi vardı. Tabi ki her şey para değil ama bu imkânlar, en azından başkalarının eline baktırmaz sizi.
Peki ya sen, bu yazıyı okuyan 1980-90’larda doğmuş, kendi neslimin insanı; 3 çocuk yapmayacağını biliyoruz. Ev almak için tüm hayatını ortaya koyacağını, muhtemelen bu kadar uzun yaşamayacağını da… Ama peki ya yaşarsan? Hadi diyelim oldu… Hiç düşündün mü filmin devamını?





Not: Başlık, dedemin sohbet ederken birden ağzından çıkan ve bu yazıyı yazmama sebep olan vecizedir. Şiir okumak şöyle dursun, hayatında herhangi bir edebi yazı okumadığından eminim.

23 Ocak 2021 Cumartesi

Rol Değiştiren Yükler

 

“Oooo o kadar muhabbetimiz yoktu” demişti babam, kendi babasıyla ilgili bir şey sorduğumda. Ben dedemi hiç görmediğimden, aralarının nasıl olduğunu merak etmiştim ve  cevap buydu.
Bizim gibi ülkelerde baba-oğul  “muhabbetinin” oluşması için bir sebep yoktur. O sebep varsa eğer, bu mutlaka babanın özel bir çabasıyla oluşmuştur. Oğul, zaten ne olup bittiğini anlayana kadar 25 yaşına gelir, artık baba çekilmiştir sahneden.  Şunu da belirtmek lazım; bu coğrafyada erkeklerden, herhangi bir şeyle bağ kurması değil, herhangi bir düğümü çözmesi beklenir. Dolayısıyla erkeklerin bir şeyle bağ kurması, Doğu’da en az 25 sene demektir!
Galiba biraz erkeklerin filmiydi Nuh Tepesi; babasıyla kavga etmeyi ertelemiş erkeklerin. Bir babaya duyulan ama farkettirilmeyen sitemlerin, tereddütlü yargıların, saçma sapan bir yerinin kaşınması gibi rahatsız edici ama elzem konuşmalara giden kaygan bir yolun… İşbu yolun bittiğini düşünen İbrahim; ömrünün son günlerinde, çocukluğunun geçtiği yere dönüp kendi diktiğini iddia ettiği bir ağacın dibine gömülmek ister. Ağacın tapusu (aslı değil) elindedir ve hukuki olarak da manevi olarak da bu isteğinde herhangi bir beis yoktur onun için. Hatta ağacın bulunduğu yere “bizim arazi” diyecek kadar benimsemiştir orayı. Fakat şöyle bir sorun vardır; bahsettiği ağaç Nuh Tepesi’ndeki meşhur ağaçtır ve köylüler onu kutsal kabul etmektedirler. İbrahim, ağacı ben diktim, derken; köylüye göre o ağacı Nuh Peygamber dikmiştir ve bırakın oraya gömülmek için toprağı kazmayı, meyvelerini toplamak bile günahtır.
Bu hayattaki en usta kaçak, kendini suçlu hisseden bir babadır ya, Haluk Bilginer canlandırmış bu kaçak babayı.  Artık ellerini başının üstünde gördüğü için onu teslim almaya tenezzül bile etmeyen oğluna ise Ali Atay  hayat vermiş. Beylik bir sinema eleştirmeni lafı değil bu; Ali Atay, Ömer karakterini öylesine iyi oynamış ki adeta hayat vermiş ve gerçek olup olmadığı konusunda bizi tereddüte düşürmüş.
İşte İbrahim, yukarıda bahsettiğim gibi, bir kez daha putları kırmak için kolları sıvamıştır; fakat artık yaşlı ve ölümü bekleyen hasta bir adamdır. Oğluyla birlikte köye doğru yola koyulurlar. Aralarında ne olduğunu sonradan öğreneceğiz fakat Ömer o kadar hoşlanmaz ki babasından, onunla yan yana oturmamak için arabada ilginç bir hileye başvurur!  Bu arada Ömer, babasını o köye neden götürdüğünü köye vardıklarında bir bakkalda anlayacaktır ve sesler yükselir.
Babasının neden ve nasıl hiçbir şeyi bu kadar önemsemediğini gerçekten merak edenlerin bu sahnede bulacağı çok şey var. Çünkü babalar, özellikle sorumsuz babalar, önemsememeye ailelerinden başlarlar. Çocuk yapmanın sorumluluk olmadığını düşünürsek, geriye kalıyor o çocukları büyütmek! Sağlıklı ve başarılı büyütmek. Başarı da çocuğa kâbus olmamak ve onun hakkını gasp etmemektir. Hak gasp etmek şöyle dursun, kendi hakkını çocuğuna tahsis etmek değil midir babalık ? Elinden ne gelirse işte. Çocuğa ekmek su verirsen büyüyecektir evet ama ilgi ve şefkat verirsen, dallanıp budaklanacaktır. İnsan, kaplumbağadan daha karmaşık bir varlıktır ve buna ihtiyacı vardır. İnsan, doğası gereği muhtaç ve ziyandadır. Bazı dokunuşlarlarla, özenle, kırmadan, risk ve mesuliyet alarak bu ziyandan kurtarabilirsiniz onu. İşte bunları bize en azından ilk 20 yıl sağlayan kişilere anne ya da baba deriz. İkisinin toplamına da aile.  “Bilmezlikten gelme Ahmet Abi”…
Yaptığı korkunç hatalardan dolayı, ömrünün sonuna doğru sakinleşmek zorunda kalmış İbrahim ile; hata yapma şansı elinden alındığı için her şeye öfkeli olan oğlu Ömer köye varır. İbrahim, oğlunun ondan hoşlanmadığının gayet farkındadır ama oğlu olduğu için ona sırt dönmeyeceğini de bilir. Aralarında girift, gergin ama hızla çözülmeye giden bir ilişki vardır. Köyde bir evleri olduğunu görürüz. Uzun zamandır kullanılmamış ama bir dönem yaşanmış bir ev burası. Baba ve oğul yıllar sonra aynı evi paylaşacak ve besbelli ki birbirlerine yaralarını gösterecektir. Ömer, babasının üzerinden hayata çok öfkelidir ve karısıyla da arası bozuk bir adamdır. Her sinirli adam gibi geceleri siniri yatışmış, öfkesinin üstündeki şal kalkmış ve altından pişmanlıktan doğan bir kırgınlık çıkmıştır. Yağmurlu bir gecede, karısının fotoğraflarına bakarken çatının su akıttığını görür. Çok oralı olmaz.
Sabah olur, Ömer evin kapısını açar ve Anadolu insanı kendine has kavga etme yöntemlerinden birisini kullanmıştır; evin avluya inen merdivenlerine boydan boya hayvan pisliği döküldüğünü görür. Anadolu insanı, gerçekleri reddettiği kendi “irfan” dünyasında yaşadığı için, iki bin yıldır aynı insandır. İbrahim, o ağacı kendisinin diktiğini söylemekle büyük bir hata etmiş ve Anadolu insanının kutsalına yani putlarına dokunmuştur. Mesaj çok nettir;  Ağaca çaput bağlamayı din zanneden bir güruhun üzerine gidersen, bokların üzerinde yürümek zorunda kalırsın. İbrahim’in putlarla mücadelesi, binlerce yıl sonra bu köyde tekrar başlar.  Bu yaratıcı provokasyon Ömer’i çok sinirlendirir ve küfürler yağdırmaya başlar.
Ömer, Anadolu insanı ve babası arasında bir yerde kalmıştır artık; kendi kırgınlıklarını unutmak zorunda olduğu bir yerde. Hâlen inat ve öfkesini diri tutmak adına bazı denemeler yapmıyor değildir tabi. Mesela, bu hayvan pisliği dökenleri jandarmaya şikayet etmek için kolları sıvamıştır. Türkiye’de, özellikle böyle küçük yerlerde, herhangi bir bürokratik işi halletmenin, deveyi amuda kaldırmaktan bile daha zor olduğunu bilenler bilir. Ömer, bu gerçekle tanışmıştır; polis jandarmaya, jandarma polise sevk etmektedir ve netice mâlumdur. Bu sırada Ömer, babasının tek bir konuda samimi olduğundan emindir; babası ölmek üzeredir. Devamlı olarak fenalaşıp, hızla ölüme giden, gün içinde sık sık yatağa düşen ve artık hayatının son demlerini yaşayan bir adam vardır karşısında. Ölüm, her zaman en asil aktör; her zaman yılın flaş transferi, yıllar sonra ortaya çıkan kayıp bir şehirdir. Ömer, babasını öldürmek isteyecek kadar ondan nefret etse de gerçekten ölüm baş gösterdiği zaman, kazın ayağının öyle olmadığını görür. Çok ciddi bir intikam duygusu, giderek adalet duygusuna dönüşüyordur artık. İntikamı merhametle soğutursanız, ortaya adalet çıkar.
Ömer, babasının da insan olduğunu, babasının kanı ona doğru akmaya başladığında farketmiştir. Bu hep böyle olur ama insan bunu tecrübe etmeden  farketmez. İnsanın içinde kurduğu mahkemede tokmak sesi yoktur. Cübbe, sanık sandalyesi, “Gereği düşünüldü!” nidası, gösteriş de olsa bir ayağa kalkma saygısı… İnsan, içinde birilerini yargılarken bunları duyumsamaz. Sadece, o kişiyi giyotine yolladığı o anı hayal eder. Görüşeceğiz der ve dişlerini sıkar. Peki ya karşıdan gelen, gerçekten yaşlı, ölmek üzere olduğunu kimseye ispatlamaya gerek bile duymayan bir adamsa ve bu adam babanızsa naparsınız ? İşte Ömer, yumuşamayı seçmiştir. Zira, intikam duygusu öylesine yabancı bir güdüdür ki insana, intikam almak istediğiniz kişinin “sağlıklı, başarılı ve belirgin” olmasını istersiniz. Halbuki insan, aynı insandır ama artık “ele gelmiyor” diye hevesiniz kaçabilir. (Kenan Evren’i 65 yaşında yargılamakla 95 yaşında yargılamak arasındaki farktan bahsediyorum. Yani bunu gördüğümüzde hissettiğimiz şey,  1984 ya da 85’teki hislerimizle aynı olmadı). Yürüyemeyen yaşlı bir adamdan alınacak intikamı, o adamın mağdur ettiği nefs bile kabul etmeyebilir. Hatta hukuk bile “zaman aşımı” diye bir kavram geliştirmiştir bu duyguya nisbetle. İnsan, yukarıda da belirttiğim gibi bu duygunun ustası asla olamadı. İntikam almaya çalışırken hep kendini batırdı ve hep iki mezar kazmak zorunda kaldı. En azından soğuyacak kadar beklemekten başka çaresi yoktu; çünkü  Kitap’ta da belirttiği gibi intikam, insana ait değildi ve “Müntakim olan Allah”tı”.
Ömer, bunu içgüdüsel olarak mı yoksa farkına vardığı için mi yaptı bilemiyoruz fakat babası her bilincini kaybedip yatağa düştüğünde, Ömer’in ona insan gibi yaklaştığını gördük. Hatta o yatakta uyurken, onun fotoğraflarını çekmeye başlamıştır. İşte Ömer, işte bir insan. İşte nisyan ile malul değil, tedavi olan bir zihin. Unutmaktan daha büyük tedavi var mıdır insan için ? Unutmamak, devamlı hatırlamak bir hastalık değil de nedir! Unuttuğumuz müddetçe iyileşiriz ve insan olduğumuzu ancak unuttuğumuz kadar hatırlarız. Hiçbir şeyi unutmayıp, her şeyi intikam çetelesine yazanın adı “kindar”dır ve bu yükle yaşamak, emin olun bizi bitirir. Unuttuğumuz müddetçe tekrar başlayabiliriz. Ömer, tekrar başlamıştı. Çok kısa sürecek bir yola başladığını biliyordu ama o yükü üzerinden atıp, unutup, iyileşmeyi tercih etmişti.  Tedaviye cevap veren bir hasta yoktur ki onu bulduğunda kaybetsin.
Ömer, babasını açıkça “tanımadığını” söyler köyün efendi ve saygılı imamına. Zaten bunca yıl tanıyacak kadar bile yanında kalmayan ve onları bırakıp giden babasından nefret etmemiş midir ? Zaten tanımadığından nefret etmez mi insan? Ömer, insanlara olan inancını kaybetse de dini inancı az çok yerinde duran birisidir. Öyle hayat hakkında pek kafa yormaz. Genelde de bu yüzden, içinde ehlileştirilmemiş duygu patlamaları vardır.
İbrahim’in ise tek amacı “aksilik” gibi görünüyordu. Nuh Tepesi’ndeki Nuh Ağacı’nın peşinde evet ama neden ? Sanki, ağacın dibine gömülme isteği mukavemetle karşılaşınca, işi inada bindirmiş ve köydekilerle uğraşmak hoşuna gitmişti. Ömer, anlam veremiyordu. Önceleri, bu isteği samimi zannedip onun lafıyla yola çıktı evet ama şimdi köydeki ortamı ve atmosferi gördüğünde bu durumu anlamlandıramadı kafasında. Köyün bir düzeni vardı ve insanlar o ağacı önemsemek şöyle dursun, dini bir ritüelin en önemli parçası olarak görüyordu onu. Konuya “Bu yerleşik düzeni neden bozalım ki” diye bakıp, babasını da bu manasız ağaç ısrarından vaz geçirmek istiyordu. İbrahim ise asla bu yoldan dönmedi…
Ömer bu anlamsız inat ve ısrarın arasında erimeye başlamış, babasına emrivaki yapmayı bile göze almıştı; Köy imamı ile mezarlıkta yer bakmaya başlayarak!
İbrahim, isminin etkisinden kurtulamamış olacak, putları devirme inadından vaz geçmeyip bir gün sabaha karşı ağacın etrafındaki çitleri sökmeye kadar vardırmıştı işi. Linç edilmekten son anda oğlu Ömer tarafından kurtulmuş, köy muhtarının (Mehmet Özgür) film boyunca şahit olduğumuz peygambervari sabrı sayesinde bu  kavga da bertaraf edilmişti.  Bu sahnedeki muhteşem kadraj ise filmi durdurup bir sigara yaktıracak cinstendi.
İbrahim, ailesine karşı gerçekten suçlu olan her baba gibi pişkinliğe vurur işi. Böyle adamlarda özeleştiri asla olmaz ve eleştirilmekten de nefret ederler. Karşısındaki insanlar, artık sıtkını sıyırdıktan sonra oluşan sessizliği de kendilerine yontup, “İşte demiştim, bak gördün mü suçlu değilim ben!” diye üste çıkmaya çalışırlar. Bu akılalmaz ikiyüzlülükten İbrahim de nasiplenir  fakat Ömer ona öylesine bir cevap verir ki bir daha asla yeltenemez bile bu nafile galebe çalma oyununa. Bu sahnede anladığımız kadarıyla; tüm çocukluğu, babasının yanlış iliklediği gömlekle gezme mecburiyetiyle geçen Ömer, öfkesini annesi denen “şey”den çıkarmış ve sonunda annesi kanserden ölmüştür. Böyle süreçlerde anneler “şey”dir, hayalkırıklığı yaşayan çocukların gözünde. O “şey”den, babalarına duydukları öfkeyi çıkarırlar. O “şey”in, anne olduğunu ise öldüğünde anlarlar. Şeyler nefes almaz çünkü ve kimsenin kolunda hırıltılar çıkararak can vermez, olsa olsa annedir bu! İşte Ömer bunlardan bahseder babasına.
Filmin geçişleri kötü denilebilecek kadar keskin ve bağlantısızdı. Yine bu geçişlerden birinde Ömer’in karısı çıkıp geldi ve salonun ortasında belirdi. İbrahim, gelinini hayatında ilk kez görecek kadar yabancıydı Ömer’in hayatına. Hikaye, baba oğul cenderesinden uzaklaştıkça plastikleşti ve işte bu Ömer’in eşi Elif karakteri de böyle birisiydi. Tamamen Ömer’i bize o kadar da masum göstermemek için uydurulmuş, hamile, başı sonu olmayan romantik bir karakterdi Elif. Yani bu kadını şöyle anlatacak olursak; “Kilometrelerce yolu, kışın ortasında hamile haliyle tek başına gelip,  gecenin bir vakti salonun ortasında ilk kez gördüğü yaşlı bir adama ‘merhaba’ dedikten sonra, kocasına “Oturmama gerek yok, erkek arkadaşım bekliyor zaten” diye güya şaka yapan, abuk sabuk bir karakterdi.
Ömer gibi adamların hayatlarını mahveden bir babalarının olması, bu hayatta sığınacakları bir limandır aslında. Her olumsuzlukta, her başarısızlıkta, her türlü fiyaskoda mazeretleri bellidir. Tutar bu. Yani tutma mecburiyeti vardır. Ömerleri müthiş bir kolaycılığa sevk eder bu gerçek. Fazla uğraşmadan kaybederler ve kendilerini hayalkırıklığına bırakmak için daha güçlü bir neden bulunamaz.
Evet, Ömer’in kötü bir evliliği olduğunu anladığımıza göre köydeki ağaç kavgasına dönelim. Ömer birileriyle yine tartışmıştır ve bu kez sonuç, indirilen cam seslerini duyarak uyanmaktır. Uyanmanın bedeli, camları feda olmuştur bu defa. Ömer öylesine öfkelenmiştir ki baltayı kaptığı gibi sokağa atmıştır kendini; ağacı kesmeye... Fakat babası hemen o an fenalaşınca vaz geçmiştir.
Ömer babasına ısındığını, arabadaki bir ısıtma mekanizması sayesinde gösteriyor ve artık yan yana oturmak için sebepler arıyordur. En başta yanına oturmasını bile istemediği, intikam alınacak bir obje olan o adam; artık tam anlamıyla babasıdır ve onu sinesine sarmaya karar vermiştir. Filmin burada bittiğini düşünmüştüm ben fakat yönetmen iki tarafın da birbirine râm olduğunu bize gösterdikten sonra, final sahnesine doğru yol alıyor.
Ömer artık babasını çocuğu gibi görmeye başlıyor ve ona “acıktın mı?” diye sorup, uyurken üstünü örtme ritüelini de tamamlıyor. Ayrıca o uyurken çektiği fotoğraf karelerinin içine artık kendisi de giriyor! Burada aklıma One Separation’daki baba ve oğul geldi.
Karısıyla yaptığı konuşmada, Ömer’in aslında babasına benzediğini tahmin etmek zor değil. Erkekler böyledir, ya babasının aynısı bir adam ya da babasının tam tersi olmaya çalışırken babasının fotokopisi bir adam olurlar. Babasını kerteriz almış bir erkek, her halükârda kaybeder bu yüzden. Erkeğin en makbulü, babasıyla pek bağlantısı olmayanıdır çünkü erkeklik bir bağlantı üzerinden değil, herhangi bir bağlantı olmadan ayakta durabilmek üzerinden yürür bu coğrafyada. En sonunda da bir çözüm beklenir sizden.
Ömer, babasının son günlerine kadar tek başına ayakta durmasının öfkesini babasından çıkarmak isterken, son günlerinde ona yaslanıp ayakta durmanın ne kadar da huzurlu bir şey olduğunu keşfetmiştir. Her iki durumda da kaybedenin Ömer olduğunu, yüzüne baktığımızda anlıyoruz zaten.
Baba oğul bir yandan köylüye karşı zafer kazanma inadıyla tapuyu bulmaya çalışırken, diğer yandan da bunu neden yaptıklarını anlamaya çalışır gibi bir haldedirler. İki aksi, iki inat adam; hem köylülerin cehaletiyle, hem de birbirlerine karşı hissettikleri yeni duygularla uğraşırlar.
Eminim çoğu erkek, babasıyla o 30 yaşındayken karşılaşmak isterdi. O sakinleşmiş, ölmeyi bekleyen, bilgeleşmeye çalışan, artık fevri hareketleri azaltmak zorunda olan yaşlı bir adama bakarsanız “Yahu bu çocuk da neden böyle öfkeli” diye düşünüp anlam veremezsiniz. Halbuki o çocuk, 30 yaşındaki o “hali vakti yerinde” adamın yaptıklarından dolayı şimdiki öfkeli çocuk olmuştur. Camı pencereyi indiren genç delikanlıya bakıp vahvahlanan 60 yaşındaki babayı, tam o sırada 30 yaşına döndürebilseniz, o camı da pencereyi de çocuğunun neresine ne yapacağını tahmin edebilirsiniz.
Birbirlerini son gördüklerinde İbrahim, Ömer’e yeni bir ilaç bulunduğunu ve doktoruyla konuştuğunu, sabah yola çıkacaklarını söyler. Ömer, çok sevinir. Sevmiştir bu konforlu duvarı ve artık buradan başlamak için bir ümit aramaktadır. Babasını sevdiği, onun da ona güvendiği bir hayat. Ömer bu hayatı istediğinin farkında bile değilken, birdenbire bu hayata ihtiyacı olduğunu görmüştür. Şu an tek ihtiyacı, babasının sağlıklı bir şekilde yanında olmasıdır. Hem artık ona zarar da veremeyeceğine ikna olmuştur fakat İbrahim’in  yapacak son bir şeyi daha vardır.
O sabah Ömer evde tek uyanır, babası yoktur. Arar, bulamaz. Köylüye ve jandarmaya haber verir, onlar da arar fakat İbrahim ortada yoktur. Herkes ne olduğunu tahmin etse de en azından “delili” bulup ikna olmak adına canhıraş bir mücadele vardır.  
Askerlerin bir görev olarak icra ettiği, Ömer’in de sevgi mesaisinin yetmediği bu arama kurtarma çalışmaları; İbrahim’in  köpeği tarafından sonuca ulaştırılır. Hayvan belki de ona gösterilen sevginin samimi olduğunu anlayıp, bu sevgiye sadakatla karşılık verdi. Sevgi ve sadakatin birleştiği yerden mutlaka bir şey çıkar; bu bir ceset olsa bile!
İbrahim’in cansız bedeni bir ırmakta, ağaçlara takılı bir şekilde bulunur. İntihar mı etti, yoksa köylüler tarafından öldürüldü mü ? Bu muamma sonsuza kadar sürecek gibidir fakat artık bu ‘ikili delilik’ bitmiştir.
Ömer, kerhen de olsa babasından tevarüs ettiği inadıyla hareket ederek, ağacın dibini kazmaya başlamıştır! Kazmayı vururken, aklından en ufak bir mantıklı gerekçe geçmediğine yemin edebiliriz. Adeta toprakla kavga edercesine bir defin hazırlığıdır bu.
Sonra arabadaki cenazeyi sırtına alıp dokuz tahtaya doğru yürümeye başlar. Arabadan, babasının vasiyeti olan o meşhur mezara vardığı süre keşke biraz daha uzun olsaydı da doya doya izleseydik. Hayatı boyunca babasının varlığını sırtında taşımış bir adamın, bu defa da babasının cenazesini sırtında taşıması kadar yıkıcı bir şey yoktur sanırım. Bu sahneyi belki yetmiş kere üst üste izledim fakat çıkamadım içinden.
O ölü beden toprağa girdiğinde, Ömer’in babasıyla olan kötü hatıraları da toprağa girecek miydi acaba? O mezarın üzerine atılan son toprak parçasıyla birlikte, baba oğul arasındaki bu karmaşık ilişki artık tamamen bir kırgınlık ve yara üzerinden mi ilerleyecekti ? En azından yarasının yerini bilecek miydi artık Ömer ve devamlı farklı yerlerden yaralandığını zannetmeyecek miydi?  Bunu en iyi, babasını bir ömür sırtında taşımak zorunda kalan oğullar bilir. Yaşar Kemâl, babasının bir cinayete kurban gitmesinden bahsederken: “Ona o kadar kızmıştım ki; asla mezarına gitmedim” demişti. O babasını çok sevdiğini söylerken böyle hissettiyse, kim bilir Ömer ne hissederdi.
Her oğulun babasını sırtında taşıma şekli farklıdır; Nuh’un ona inanmayıp tufana karışan oğlundan; İsa’ya kadar. İbrahim’in kurban edilmekten son anda kurtulan oğlu İsmail’den, Ali’nin oğlu Hüseyin’e kadar. O yükü hayal edebiliyor musunuz?  Bu işin dini kısmı sadece. Şarkıcı Emrah’ın oğlunu düşünün; baksanıza ismi bile yok, “Şarkıcı Emrah’ın Oğlu”!  İdo da bu dertten muzdarip değil midir? İsmi yeterli kanıttır. Yaşar Kemâl, Nietzche, Oğuz Atay, Turgenyev, Özgür Mumcu ve Ömer... Zamanın farklı yerlerinde, çeşitli suretlerle, biz görsek de görmesek de sırtında babalarıyla gezen oğullar vardır. O babaların belki de hepsi oğullarını sırtında gezdirmiştir çocukken; ama artık roller değişmiştir.
Bu film kusurlarıyla da olsa işte tüm bunları hatırlattığı için etkiledi beni. Genç yönetmen Cenk Ertürk’ün yeni filmlerini merakla bekliyorum.