“Oooo o
kadar muhabbetimiz yoktu” demişti babam, kendi babasıyla ilgili bir şey
sorduğumda. Ben dedemi hiç görmediğimden, aralarının nasıl olduğunu merak
etmiştim ve cevap buydu.
Bizim gibi ülkelerde baba-oğul “muhabbetinin”
oluşması için bir sebep yoktur. O sebep varsa eğer, bu mutlaka babanın özel bir
çabasıyla oluşmuştur. Oğul, zaten ne olup bittiğini anlayana kadar 25 yaşına
gelir, artık baba çekilmiştir sahneden. Şunu da belirtmek lazım; bu coğrafyada
erkeklerden, herhangi bir şeyle bağ kurması değil, herhangi bir düğümü çözmesi
beklenir. Dolayısıyla erkeklerin bir şeyle bağ kurması, Doğu’da en az 25 sene
demektir!
Galiba biraz erkeklerin filmiydi Nuh Tepesi; babasıyla kavga etmeyi ertelemiş
erkeklerin. Bir babaya duyulan ama farkettirilmeyen sitemlerin, tereddütlü
yargıların, saçma sapan bir yerinin kaşınması gibi rahatsız edici ama elzem
konuşmalara giden kaygan bir yolun… İşbu yolun bittiğini düşünen İbrahim;
ömrünün son günlerinde, çocukluğunun geçtiği yere dönüp kendi diktiğini iddia
ettiği bir ağacın dibine gömülmek ister. Ağacın tapusu (aslı değil) elindedir
ve hukuki olarak da manevi olarak da bu isteğinde herhangi bir beis yoktur onun
için. Hatta ağacın bulunduğu yere “bizim arazi” diyecek kadar benimsemiştir
orayı. Fakat şöyle bir sorun vardır; bahsettiği ağaç Nuh Tepesi’ndeki meşhur
ağaçtır ve köylüler onu kutsal kabul etmektedirler. İbrahim, ağacı ben diktim,
derken; köylüye göre o ağacı Nuh Peygamber dikmiştir ve bırakın oraya gömülmek
için toprağı kazmayı, meyvelerini toplamak bile günahtır.
Bu hayattaki en usta kaçak, kendini suçlu hisseden bir babadır ya, Haluk
Bilginer canlandırmış bu kaçak babayı.
Artık ellerini başının üstünde gördüğü için onu teslim almaya tenezzül
bile etmeyen oğluna ise Ali Atay hayat
vermiş. Beylik bir sinema eleştirmeni lafı değil bu; Ali Atay, Ömer karakterini
öylesine iyi oynamış ki adeta hayat vermiş ve gerçek olup olmadığı konusunda
bizi tereddüte düşürmüş.
İşte İbrahim, yukarıda bahsettiğim gibi, bir kez daha putları kırmak için
kolları sıvamıştır; fakat artık yaşlı ve ölümü bekleyen hasta bir adamdır.
Oğluyla birlikte köye doğru yola koyulurlar. Aralarında ne olduğunu sonradan
öğreneceğiz fakat Ömer o kadar hoşlanmaz ki babasından, onunla yan yana
oturmamak için arabada ilginç bir hileye başvurur! Bu arada Ömer, babasını o köye neden
götürdüğünü köye vardıklarında bir bakkalda anlayacaktır ve sesler yükselir.
Babasının neden ve nasıl hiçbir şeyi bu kadar önemsemediğini gerçekten merak
edenlerin bu sahnede bulacağı çok şey var. Çünkü babalar, özellikle sorumsuz
babalar, önemsememeye ailelerinden başlarlar. Çocuk yapmanın sorumluluk
olmadığını düşünürsek, geriye kalıyor o çocukları büyütmek! Sağlıklı ve
başarılı büyütmek. Başarı da çocuğa kâbus olmamak ve onun hakkını gasp
etmemektir. Hak gasp etmek şöyle dursun, kendi hakkını çocuğuna tahsis etmek
değil midir babalık ? Elinden ne gelirse işte. Çocuğa ekmek su verirsen
büyüyecektir evet ama ilgi ve şefkat verirsen, dallanıp budaklanacaktır. İnsan,
kaplumbağadan daha karmaşık bir varlıktır ve buna ihtiyacı vardır. İnsan,
doğası gereği muhtaç ve ziyandadır. Bazı dokunuşlarlarla, özenle, kırmadan,
risk ve mesuliyet alarak bu ziyandan kurtarabilirsiniz onu. İşte bunları bize
en azından ilk 20 yıl sağlayan kişilere anne ya da baba deriz. İkisinin
toplamına da aile. “Bilmezlikten gelme
Ahmet Abi”…
Yaptığı korkunç hatalardan dolayı, ömrünün sonuna doğru sakinleşmek zorunda
kalmış İbrahim ile; hata yapma şansı elinden alındığı için her şeye öfkeli olan
oğlu Ömer köye varır. İbrahim, oğlunun ondan hoşlanmadığının gayet farkındadır
ama oğlu olduğu için ona sırt dönmeyeceğini de bilir. Aralarında girift, gergin
ama hızla çözülmeye giden bir ilişki vardır. Köyde bir evleri olduğunu görürüz.
Uzun zamandır kullanılmamış ama bir dönem yaşanmış bir ev burası. Baba ve oğul
yıllar sonra aynı evi paylaşacak ve besbelli ki birbirlerine yaralarını
gösterecektir. Ömer, babasının üzerinden hayata çok öfkelidir ve karısıyla da
arası bozuk bir adamdır. Her sinirli adam gibi geceleri siniri yatışmış,
öfkesinin üstündeki şal kalkmış ve altından pişmanlıktan doğan bir kırgınlık
çıkmıştır. Yağmurlu bir gecede, karısının fotoğraflarına bakarken çatının su
akıttığını görür. Çok oralı olmaz.
Sabah olur, Ömer evin kapısını açar ve Anadolu insanı kendine has kavga etme
yöntemlerinden birisini kullanmıştır; evin avluya inen merdivenlerine boydan
boya hayvan pisliği döküldüğünü görür. Anadolu insanı, gerçekleri reddettiği
kendi “irfan” dünyasında yaşadığı için, iki bin yıldır aynı insandır. İbrahim,
o ağacı kendisinin diktiğini söylemekle büyük bir hata etmiş ve Anadolu
insanının kutsalına yani putlarına dokunmuştur. Mesaj çok nettir; Ağaca çaput bağlamayı din zanneden bir
güruhun üzerine gidersen, bokların üzerinde yürümek zorunda kalırsın.
İbrahim’in putlarla mücadelesi, binlerce yıl sonra bu köyde tekrar başlar. Bu yaratıcı provokasyon Ömer’i çok
sinirlendirir ve küfürler yağdırmaya başlar.
Ömer, Anadolu insanı ve babası arasında bir yerde kalmıştır artık; kendi
kırgınlıklarını unutmak zorunda olduğu bir yerde. Hâlen inat ve öfkesini diri
tutmak adına bazı denemeler yapmıyor değildir tabi. Mesela, bu hayvan pisliği
dökenleri jandarmaya şikayet etmek için kolları sıvamıştır. Türkiye’de,
özellikle böyle küçük yerlerde, herhangi bir bürokratik işi halletmenin, deveyi
amuda kaldırmaktan bile daha zor olduğunu bilenler bilir. Ömer, bu gerçekle
tanışmıştır; polis jandarmaya, jandarma polise sevk etmektedir ve netice
mâlumdur. Bu sırada Ömer, babasının tek bir konuda samimi olduğundan emindir;
babası ölmek üzeredir. Devamlı olarak fenalaşıp, hızla ölüme giden, gün içinde
sık sık yatağa düşen ve artık hayatının son demlerini yaşayan bir adam vardır
karşısında. Ölüm, her zaman en asil aktör; her zaman yılın flaş transferi, yıllar
sonra ortaya çıkan kayıp bir şehirdir. Ömer, babasını öldürmek isteyecek kadar
ondan nefret etse de gerçekten ölüm baş gösterdiği zaman, kazın ayağının öyle
olmadığını görür. Çok ciddi bir intikam duygusu, giderek adalet duygusuna
dönüşüyordur artık. İntikamı merhametle soğutursanız, ortaya adalet çıkar.
Ömer, babasının da insan olduğunu, babasının kanı ona doğru akmaya başladığında
farketmiştir. Bu hep böyle olur ama insan bunu tecrübe etmeden farketmez. İnsanın içinde kurduğu mahkemede
tokmak sesi yoktur. Cübbe, sanık sandalyesi, “Gereği düşünüldü!” nidası, gösteriş
de olsa bir ayağa kalkma saygısı… İnsan, içinde birilerini yargılarken bunları
duyumsamaz. Sadece, o kişiyi giyotine yolladığı o anı hayal eder. Görüşeceğiz
der ve dişlerini sıkar. Peki ya karşıdan gelen, gerçekten yaşlı, ölmek üzere
olduğunu kimseye ispatlamaya gerek bile duymayan bir adamsa ve bu adam
babanızsa naparsınız ? İşte Ömer, yumuşamayı seçmiştir. Zira, intikam duygusu
öylesine yabancı bir güdüdür ki insana, intikam almak istediğiniz kişinin
“sağlıklı, başarılı ve belirgin” olmasını istersiniz. Halbuki insan, aynı
insandır ama artık “ele gelmiyor” diye hevesiniz kaçabilir. (Kenan Evren’i 65
yaşında yargılamakla 95 yaşında yargılamak arasındaki farktan bahsediyorum.
Yani bunu gördüğümüzde hissettiğimiz şey,
1984 ya da 85’teki hislerimizle aynı olmadı). Yürüyemeyen yaşlı bir
adamdan alınacak intikamı, o adamın mağdur ettiği nefs bile kabul etmeyebilir.
Hatta hukuk bile “zaman aşımı” diye bir kavram geliştirmiştir bu duyguya nisbetle.
İnsan, yukarıda da belirttiğim gibi bu duygunun ustası asla olamadı. İntikam
almaya çalışırken hep kendini batırdı ve hep iki mezar kazmak zorunda kaldı. En
azından soğuyacak kadar beklemekten başka çaresi yoktu; çünkü Kitap’ta da belirttiği gibi intikam, insana
ait değildi ve “Müntakim olan Allah”tı”.
Ömer, bunu içgüdüsel olarak mı yoksa farkına vardığı için mi yaptı bilemiyoruz
fakat babası her bilincini kaybedip yatağa düştüğünde, Ömer’in ona insan gibi
yaklaştığını gördük. Hatta o yatakta uyurken, onun fotoğraflarını çekmeye
başlamıştır. İşte Ömer, işte bir insan. İşte nisyan ile malul değil, tedavi
olan bir zihin. Unutmaktan daha büyük tedavi var mıdır insan için ? Unutmamak,
devamlı hatırlamak bir hastalık değil de nedir! Unuttuğumuz müddetçe iyileşiriz
ve insan olduğumuzu ancak unuttuğumuz kadar hatırlarız. Hiçbir şeyi unutmayıp,
her şeyi intikam çetelesine yazanın adı “kindar”dır ve bu yükle yaşamak, emin
olun bizi bitirir. Unuttuğumuz müddetçe tekrar başlayabiliriz. Ömer, tekrar
başlamıştı. Çok kısa sürecek bir yola başladığını biliyordu ama o yükü
üzerinden atıp, unutup, iyileşmeyi tercih etmişti. Tedaviye cevap veren bir hasta yoktur ki onu
bulduğunda kaybetsin.
Ömer, babasını açıkça “tanımadığını” söyler köyün efendi ve saygılı imamına. Zaten
bunca yıl tanıyacak kadar bile yanında kalmayan ve onları bırakıp giden
babasından nefret etmemiş midir ? Zaten tanımadığından nefret etmez mi insan?
Ömer, insanlara olan inancını kaybetse de dini inancı az çok yerinde duran
birisidir. Öyle hayat hakkında pek kafa yormaz. Genelde de bu yüzden, içinde
ehlileştirilmemiş duygu patlamaları vardır.
İbrahim’in ise tek amacı “aksilik” gibi görünüyordu. Nuh Tepesi’ndeki Nuh
Ağacı’nın peşinde evet ama neden ? Sanki, ağacın dibine gömülme isteği
mukavemetle karşılaşınca, işi inada bindirmiş ve köydekilerle uğraşmak hoşuna
gitmişti. Ömer, anlam veremiyordu. Önceleri, bu isteği samimi zannedip onun
lafıyla yola çıktı evet ama şimdi köydeki ortamı ve atmosferi gördüğünde bu
durumu anlamlandıramadı kafasında. Köyün bir düzeni vardı ve insanlar o ağacı
önemsemek şöyle dursun, dini bir ritüelin en önemli parçası olarak görüyordu
onu. Konuya “Bu yerleşik düzeni neden bozalım ki” diye bakıp, babasını da bu
manasız ağaç ısrarından vaz geçirmek istiyordu. İbrahim ise asla bu yoldan
dönmedi…
Ömer bu anlamsız inat ve ısrarın arasında erimeye başlamış, babasına emrivaki
yapmayı bile göze almıştı; Köy imamı ile mezarlıkta yer bakmaya başlayarak!
İbrahim, isminin etkisinden kurtulamamış olacak, putları devirme inadından vaz
geçmeyip bir gün sabaha karşı ağacın etrafındaki çitleri sökmeye kadar
vardırmıştı işi. Linç edilmekten son anda oğlu Ömer tarafından kurtulmuş, köy
muhtarının (Mehmet Özgür) film boyunca şahit olduğumuz peygambervari sabrı
sayesinde bu kavga da bertaraf edilmişti. Bu sahnedeki muhteşem kadraj ise filmi
durdurup bir sigara yaktıracak cinstendi.
İbrahim, ailesine karşı gerçekten suçlu olan her baba gibi pişkinliğe vurur
işi. Böyle adamlarda özeleştiri asla olmaz ve eleştirilmekten de nefret
ederler. Karşısındaki insanlar, artık sıtkını sıyırdıktan sonra oluşan
sessizliği de kendilerine yontup, “İşte demiştim, bak gördün mü suçlu değilim
ben!” diye üste çıkmaya çalışırlar. Bu akılalmaz ikiyüzlülükten İbrahim de
nasiplenir fakat Ömer ona öylesine bir
cevap verir ki bir daha asla yeltenemez bile bu nafile galebe çalma oyununa. Bu
sahnede anladığımız kadarıyla; tüm çocukluğu, babasının yanlış iliklediği
gömlekle gezme mecburiyetiyle geçen Ömer, öfkesini annesi denen “şey”den
çıkarmış ve sonunda annesi kanserden ölmüştür. Böyle süreçlerde anneler
“şey”dir, hayalkırıklığı yaşayan çocukların gözünde. O “şey”den, babalarına
duydukları öfkeyi çıkarırlar. O “şey”in, anne olduğunu ise öldüğünde anlarlar.
Şeyler nefes almaz çünkü ve kimsenin kolunda hırıltılar çıkararak can vermez,
olsa olsa annedir bu! İşte Ömer bunlardan bahseder babasına.
Filmin geçişleri kötü denilebilecek kadar keskin ve bağlantısızdı. Yine bu
geçişlerden birinde Ömer’in karısı çıkıp geldi ve salonun ortasında belirdi.
İbrahim, gelinini hayatında ilk kez görecek kadar yabancıydı Ömer’in hayatına.
Hikaye, baba oğul cenderesinden uzaklaştıkça plastikleşti ve işte bu Ömer’in
eşi Elif karakteri de böyle birisiydi. Tamamen Ömer’i bize o kadar da masum
göstermemek için uydurulmuş, hamile, başı sonu olmayan romantik bir karakterdi
Elif. Yani bu kadını şöyle anlatacak olursak; “Kilometrelerce yolu, kışın
ortasında hamile haliyle tek başına gelip,
gecenin bir vakti salonun ortasında ilk kez gördüğü yaşlı bir adama
‘merhaba’ dedikten sonra, kocasına “Oturmama gerek yok, erkek arkadaşım
bekliyor zaten” diye güya şaka yapan, abuk sabuk bir karakterdi.
Ömer gibi adamların hayatlarını mahveden bir babalarının olması, bu hayatta
sığınacakları bir limandır aslında. Her olumsuzlukta, her başarısızlıkta, her
türlü fiyaskoda mazeretleri bellidir. Tutar bu. Yani tutma mecburiyeti vardır.
Ömerleri müthiş bir kolaycılığa sevk eder bu gerçek. Fazla uğraşmadan
kaybederler ve kendilerini hayalkırıklığına bırakmak için daha güçlü bir neden
bulunamaz.
Evet, Ömer’in kötü bir evliliği olduğunu anladığımıza göre köydeki ağaç
kavgasına dönelim. Ömer birileriyle yine tartışmıştır ve bu kez sonuç,
indirilen cam seslerini duyarak uyanmaktır. Uyanmanın bedeli, camları feda
olmuştur bu defa. Ömer öylesine öfkelenmiştir ki baltayı kaptığı gibi sokağa
atmıştır kendini; ağacı kesmeye... Fakat babası hemen o an fenalaşınca vaz
geçmiştir.
Ömer babasına ısındığını, arabadaki bir ısıtma mekanizması sayesinde gösteriyor
ve artık yan yana oturmak için sebepler arıyordur. En başta yanına oturmasını
bile istemediği, intikam alınacak bir obje olan o adam; artık tam anlamıyla
babasıdır ve onu sinesine sarmaya karar vermiştir. Filmin burada bittiğini
düşünmüştüm ben fakat yönetmen iki tarafın da birbirine râm olduğunu bize
gösterdikten sonra, final sahnesine doğru yol alıyor.
Ömer artık babasını çocuğu gibi görmeye başlıyor ve ona “acıktın mı?” diye
sorup, uyurken üstünü örtme ritüelini de tamamlıyor. Ayrıca o uyurken çektiği
fotoğraf karelerinin içine artık kendisi de giriyor! Burada aklıma One
Separation’daki baba ve oğul geldi.
Karısıyla yaptığı konuşmada, Ömer’in aslında babasına benzediğini tahmin etmek
zor değil. Erkekler böyledir, ya babasının aynısı bir adam ya da babasının tam
tersi olmaya çalışırken babasının fotokopisi bir adam olurlar. Babasını
kerteriz almış bir erkek, her halükârda kaybeder bu yüzden. Erkeğin en makbulü,
babasıyla pek bağlantısı olmayanıdır çünkü erkeklik bir bağlantı üzerinden
değil, herhangi bir bağlantı olmadan ayakta durabilmek üzerinden yürür bu coğrafyada.
En sonunda da bir çözüm beklenir sizden.
Ömer, babasının son günlerine kadar tek başına ayakta durmasının öfkesini
babasından çıkarmak isterken, son günlerinde ona yaslanıp ayakta durmanın ne
kadar da huzurlu bir şey olduğunu keşfetmiştir. Her iki durumda da kaybedenin
Ömer olduğunu, yüzüne baktığımızda anlıyoruz zaten.
Baba oğul bir yandan köylüye karşı zafer kazanma inadıyla tapuyu bulmaya
çalışırken, diğer yandan da bunu neden yaptıklarını anlamaya çalışır gibi bir
haldedirler. İki aksi, iki inat adam; hem köylülerin cehaletiyle, hem de
birbirlerine karşı hissettikleri yeni duygularla uğraşırlar.
Eminim çoğu erkek, babasıyla o 30 yaşındayken karşılaşmak isterdi. O
sakinleşmiş, ölmeyi bekleyen, bilgeleşmeye çalışan, artık fevri hareketleri
azaltmak zorunda olan yaşlı bir adama bakarsanız “Yahu bu çocuk da neden böyle
öfkeli” diye düşünüp anlam veremezsiniz. Halbuki o çocuk, 30 yaşındaki o “hali
vakti yerinde” adamın yaptıklarından dolayı şimdiki öfkeli çocuk olmuştur. Camı
pencereyi indiren genç delikanlıya bakıp vahvahlanan 60 yaşındaki babayı, tam o
sırada 30 yaşına döndürebilseniz, o camı da pencereyi de çocuğunun neresine ne
yapacağını tahmin edebilirsiniz.
Birbirlerini son gördüklerinde İbrahim, Ömer’e yeni bir ilaç bulunduğunu ve
doktoruyla konuştuğunu, sabah yola çıkacaklarını söyler. Ömer, çok sevinir.
Sevmiştir bu konforlu duvarı ve artık buradan başlamak için bir ümit
aramaktadır. Babasını sevdiği, onun da ona güvendiği bir hayat. Ömer bu hayatı
istediğinin farkında bile değilken, birdenbire bu hayata ihtiyacı olduğunu
görmüştür. Şu an tek ihtiyacı, babasının sağlıklı bir şekilde yanında
olmasıdır. Hem artık ona zarar da veremeyeceğine ikna olmuştur fakat İbrahim’in
yapacak son bir şeyi daha vardır.
O sabah Ömer evde tek uyanır, babası yoktur. Arar, bulamaz. Köylüye ve
jandarmaya haber verir, onlar da arar fakat İbrahim ortada yoktur. Herkes ne
olduğunu tahmin etse de en azından “delili” bulup ikna olmak adına canhıraş bir
mücadele vardır.
Askerlerin bir görev olarak icra ettiği, Ömer’in de sevgi mesaisinin yetmediği
bu arama kurtarma çalışmaları; İbrahim’in
köpeği tarafından sonuca ulaştırılır. Hayvan belki de ona gösterilen
sevginin samimi olduğunu anlayıp, bu sevgiye sadakatla karşılık verdi. Sevgi ve
sadakatin birleştiği yerden mutlaka bir şey çıkar; bu bir ceset olsa bile!
İbrahim’in cansız bedeni bir ırmakta, ağaçlara takılı bir şekilde bulunur.
İntihar mı etti, yoksa köylüler tarafından öldürüldü mü ? Bu muamma sonsuza
kadar sürecek gibidir fakat artık bu ‘ikili delilik’ bitmiştir.
Ömer, kerhen de olsa babasından tevarüs ettiği inadıyla hareket ederek, ağacın
dibini kazmaya başlamıştır! Kazmayı vururken, aklından en ufak bir mantıklı
gerekçe geçmediğine yemin edebiliriz. Adeta toprakla kavga edercesine bir defin
hazırlığıdır bu.
Sonra arabadaki cenazeyi sırtına alıp dokuz tahtaya doğru yürümeye başlar.
Arabadan, babasının vasiyeti olan o meşhur mezara vardığı süre keşke biraz daha
uzun olsaydı da doya doya izleseydik. Hayatı boyunca babasının varlığını
sırtında taşımış bir adamın, bu defa da babasının cenazesini sırtında taşıması
kadar yıkıcı bir şey yoktur sanırım. Bu sahneyi belki yetmiş kere üst üste
izledim fakat çıkamadım içinden.
O ölü beden toprağa girdiğinde, Ömer’in babasıyla olan kötü hatıraları da
toprağa girecek miydi acaba? O mezarın üzerine atılan son toprak parçasıyla
birlikte, baba oğul arasındaki bu karmaşık ilişki artık tamamen bir kırgınlık
ve yara üzerinden mi ilerleyecekti ? En azından yarasının yerini bilecek miydi
artık Ömer ve devamlı farklı yerlerden yaralandığını zannetmeyecek miydi? Bunu en iyi, babasını bir ömür sırtında
taşımak zorunda kalan oğullar bilir. Yaşar Kemâl, babasının bir cinayete kurban
gitmesinden bahsederken: “Ona o kadar kızmıştım ki; asla mezarına gitmedim”
demişti. O babasını çok sevdiğini söylerken böyle hissettiyse, kim bilir Ömer
ne hissederdi.
Her oğulun babasını sırtında taşıma şekli farklıdır; Nuh’un ona inanmayıp
tufana karışan oğlundan; İsa’ya kadar. İbrahim’in kurban edilmekten son anda
kurtulan oğlu İsmail’den, Ali’nin oğlu Hüseyin’e kadar. O yükü hayal edebiliyor
musunuz? Bu işin dini kısmı sadece. Şarkıcı
Emrah’ın oğlunu düşünün; baksanıza ismi bile yok, “Şarkıcı Emrah’ın Oğlu”! İdo da bu dertten muzdarip değil midir? İsmi
yeterli kanıttır. Yaşar Kemâl, Nietzche, Oğuz Atay, Turgenyev, Özgür Mumcu ve Ömer...
Zamanın farklı yerlerinde, çeşitli suretlerle, biz görsek de görmesek de
sırtında babalarıyla gezen oğullar vardır. O babaların belki de hepsi oğullarını sırtında gezdirmiştir çocukken; ama artık roller değişmiştir.
Bu film kusurlarıyla da olsa işte
tüm bunları hatırlattığı için etkiledi beni. Genç yönetmen Cenk Ertürk’ün yeni
filmlerini merakla bekliyorum.