16 Aralık 2014 Salı

Başka Bir Hayatım Olsaydı Eğer (2013)

Başka bir hayatım olsaydı eğer, yorulmazdım bu kadar.
Başka bir hayatım olsaydı, böyle bakmazdım insanlara.
Dikkat etmezdim onlara
Geçerdim şöyle bi yanlarından
Topraklarda gezerdim yalın ayak
Balığa çıkardım, bugün de gelmezdim dünyaya.
Eskiden gelirdim, insanların teşhir olmadığı
İnsanların nazik, samimi ve mesafeli olduğu
Kendini ispat etme peşinde koşarken ayaklarını kaybetmediği
Bir devirde yaşardım
Başka bir hayatım olsaydı eğer
Açık denizlerde yolculuk ederdim mesela
İlk kez topumu patlatan arkadaşımdan sormazdım hesabını
Aşık olduğum kadının beni terk etmesine göz yummazdım
Tutardım kolundan, tüm kahkahalarımı sana vermek istiyorum
Hiçbir yazdığımda olma derdim.
Hatta gitmezsen yazı da yazmam derdim.
Kızımın adını verme klişeleri yerine
Ondan bir kızım olsun diye feda ederdim ömrümü
Her şeyi romantize etmezdim
Başka bir hayatım olsaydı eğer
Tamı tamına gerçeği yaşardım
Her şeyi göze alıp
Annemi öperdim mesela daha çok
Babama şiir okurdum
Kitap okumaya  geç başlamazdım
Çok iyi bir okulda, çok iyi bir arkadaş ortamında çok iyi tartışmalarda olurdum.
Yalnız kalmazdım mesela, yalnızlığa böyle bağlı kalmazdım
Denizi olan ama küçük bir şehirde yaşardım mesela
Sokakta bir kadını döven erkeğe müdahale ederdim
Kayıtsız kalmazdım bugünkü gibi.
Kolay olan her şeyden bu kadar çabuk soğumazdım
Gözlerine bakardım insanların
İyilere karşı zayıf olmazdım bu kadar
Çocukların ölmesine siper olurdum
Başka bir hayatım olsaydı eğer
Yormazdım kendimi, sorularla
Kurumuş bir  yaprağa basmazdım da
Yosunlu bir kayaya basardım.
Başka bir hayatım olsaydı eğer
Bu kadar temkinli olmazdım
Bu kadar gururlu da olmazdım
Mezar taşımın benimle geçeceği dalgayı daha çok önemserdim.
İnsanların diyeceklerini değil
Başka bir hayatım olsaydı içimdeki yangınla ölmezdim
Sevdiğimi söylerdim beğendiğim kadına
O kadar güzelsin ki, bana diyeceğin tek bir kelime
Tüm hayatımı gözçukurlarına sığdırabilir derdim
Başka bir hayatım olsaydı bunları içimden demezdim
Kağıda dökmezdim
Başka bir hayatım olsaydı
Hiçbir zaman benim olmayacak kadınlara
Hiçbir zaman okuyamayacağı şeyler yazmazdım
Başka bir hayatım olsaydı
Yazı yazmazdım

11 Aralık 2014 Perşembe

Osmanlıca

Vallahi hiçbir şey yazmayacaktım Osmanlıca ile ilgili. Baktım ki Osmanlıca okuyabilmeyi geç, en basit bir kelimenin bile (mesela istişare, mesela mutabık) ne demek olduğunu bilmeyenler ahkam kesiyor. Şu hayatta bihakkın yapabildiğim tek şey olan Osmanlıca okuyabilmek konusunda birkaç şey yazayım da kayıtta dursun dedim.
Bir kere Osmanlıca dil değil, bir alfabedir. Türkçe ve Osmanlıca ayrı iki dil değil, ayrı iki isimdir sadece. 100 yıl evvel sokakta konuşulan Türkçeyle bugün sokakta konuşulan Türkçe aynıdır. Osmanlıca diye bir şey yoktur, Eski Yazı-Türkçe-Harf vardır.
Cüneyt Özdemir gibi aklıevveller, Osmanlıca'yı salt Atatürk'ün Nutuk'taki ağır Türkçesi olarak bilirler  (Emin olun kendisi Osmanlıca okuyamıyordur ama kıpkırmızı olana dek muhalefet olabiliyor bilmediği bir şeye ! ). Fakat iş öyle değildir.
 Refik Halit Karay'ın 100 yıl evvel, Harf İnkilabından çok önce, yazdığı meşhur  Efendiler Nereye yazısını Google'da çok rahat bulabilirsiniz. Bir kelimesine  dahi "burada ne yazıyor yahu bu ne demek ?" derseniz, evet Osmanlıca öyle ağdalı Divan Edebiyatı şairlerinin kullandığı bir dildir. Ama Refik Halit diyorum, Türk Edebiyatının en tepesindeki adam(şahikası, denilir aslında Türkçe'de ama dilimizin geldiği yer bu maalesef) o şekilde yazıyorsa, Osmanlıca öyle senin haber yaptığın gibi bir şey değildir değil mi Cüneyt Bey'ciğim ?
Bir de bugünün Türkçesinin düştüğü durumu az da olsa düzeltmek açısından iyi bir adım olabilir. Günlük hayatını 100 farklı kelimeyle tamamlayan, kelime hazinesi tam takır, kedi gibi mırlayarak konuşan, neredeyse her lafa "aynen" gibi sinir bozucu bir lafla başlayan yeni nesil, belki böyle iflah olur. Özellikle hanım kızların iğrenç telaffuzu ve dilbilgisi, belki bir nebze estetik kazanır.
Osmanlıcadaki kelimeler, evet bazıları Arapça ve Farsçadır fakat, artık bizim dilimize girmiştir. Mesela namaz ve abdest kelimeleri Farsçadır ama bu kelimelere kim çıkıp "Türkçe değil" diyebilir bugün?  Bizim dilimize yerleşmiş ve bizim olmuştur artık. Kaldı ki hiçbir sorun yaşamadan, derdimizi ifade etmeye çok yardımcı olan kelimelerdir bunlar. Onlardan aldığımız kelimeleri, onlar gibi hançereden telaffuz etmeyiz hatta, bu da en büyük kanıtıdır kelimelerin artık bizim olduğunun.
 Latince, İngilizce, Fransızca gibi dillerdeki çoğu kelime, cümle yapımıza (sentaks) uygun, bizi tam doyuracak kelimeler değildir. Batılılık, adı altında zorla bu dile sokulmuş kelimeler saymakla bitmez: Spor spikerlerinin kıskaçtan kurtulan adamı "demarke oldu" diye tarif etmesi, televizyonlarda koca koca adamların "irite oldum" demesi, iltifatın "kompliman" olması, bunun ufak bir örneğidir.
Başka bir taraftan örnek verecek olursak: Doktor kelimesi. Latince, uzman, anlamındadır.  Bir Öğretim Görevlisi de Doktor'dur, bir Pratisyen de. İkisinin de adının önüne DR getirirsek, hangisinin bildiğimiz tıp doktoru, hangisinin işinde uzman bir akademisyen olduğunu anlayamayız. Oysaki dilimizde Tabip gibi bir kelime vardır, Tebabet ilmiyle uğraşan kişi anlamında. Bu kelimeyi kullandığımızda hem biz derdimizi anlatabiliriz, hem karşıdaki hiç zorlanmadan anlayabilir. Karışıklık giderilmiş olur. Geniş bir zâviye (bakışaçısı) yakalamanın en mühim yolu, geniş bir dildir.
Ayrıca Osmanlıcanın bizim şu anki dilimizden farkı yok derken, elbetteki bugünkü ayaklar altındaki Türkçemizden bahsetmedim. Türkçenin vasat üstü konuşulduğu bir ortamdan bahsediyorum. Devlet eliyle Dil Devrimiyle birlikte (Harf Devrimi değil) kırpılmış, tüyleri yolunmuş dilimiz, bakıma muhtaçtır.
"Talebe-Hoca" gibi muhteşem iki kelimeyi alıp, "Öğretmen-Öğrenci" gibi sevimsiz, hiçbir anlamı olmayan bir uydurukluğa indirgeyenler, dilimizi de bu hale getirenlerdir. Talep eden, isteyen, bilgiye susayan genç; olmuştur size "öğrenmekten,öğrenci". 
Velhasıl, Türkçe'nin yeniden ayağa kalkabilmesi için bir şeyler yapılması lazım bu memlekette. Cumhurbaşkanı da Başbakanı da çok güzel Türkçe konuşan bir Türkiye'nin, halkı da dilini öğrenmek, konuşmayı bilmek zorundadır. Osmanlıca Ders konusu, bu hedefe bir adımdır. Okuma yazma bilen her Türk insanının, şurada 90 yıl evvel kullanılan alfabeyı bilmesi, bir görevdir. Hatta yetmez, Arapça da zorunlu olmalıdır, Latince de; tıpkı İngilizce gibi. Batının Latince'si neyse, Doğu'nun Arapçası odur. Onların Latince'yi bir asansör gibi kullandığını tarihten biliyoruz, aynı yöntemle biz neden yükselemeyelim ki ?

7 Aralık 2014 Pazar

Alex de Souza

Seni defalarca çıplak gözle izledim, ileride "Alex'i izledin mi hiç?" diye soracakları için seviniyorum şimdiden. Galatasaray'a attığın son golde de tribündeydim Erzurum'da; Beşiktaş'ın elinden Süper Kupa'yı alırken de 2009'da Olimpiyat'ta...
Ben sana bakıyordum her golünde, hiç sevinmeden, napacak acaba diye.. Tribün yıkılıyordu ve sen sâkindin hep, mütevazı. Yine mi sağ el işaret parmağını tribüne doğru kaldıracak ve kaşları çatarak bize doğru koşacak diye bakıyordum golden sonra, hiç yanılmadım. Hiç bozmadın... Ne rakibi bozdun, ne kendini... En çok Beşiktaş'a attın o inanılmaz gollerini, seni en çok onlar seviyor; buydun sen.
Sivas'ta şampiyonluk golünü attın, ben yine sana baktım tribünde... Eşini öperken ben yine sana bakıyordum, tam yanında. Toki'de vurduğun kafadan sonra kaç saniye "Alexxxxx" diye haykırdım hatırlamam, belki onlarca... Santra yaparlarken kendime gelmiştim. "Aslında çok fazla sevinecektim o golden sonra, fakat kafamı kaldırdığımda takımın iki delisi Lugano ve Topuz koşarak bana geliyorlardı, onları sakinleştirmenin daha doğru olacağını düşündüm" demiştin maçtan sonra. Bu inanılmaz derinliğin, en çok işine yansıyordu zaten. Bir futbolcu o golden sonra bunu nasıl düşünebilirdi ?
Hele hele, 3 Temmuz zamanı senin etrafında da dolanmaya çalışan leş kargalarını "Bu tarz işlere girdiğimi tek bir kelime ispat ederseniz, futboldan kazandığım her şeyi geri iade ederim" diye kovman yok muydu ?
Gidişine sebep olanlar hakkında tek kelime kötü laf etmemen vardı bir de.
Senden sonra sadece bir maça gittim, o da Galatasaray derbisiydi. İçinden gelmiyor insanın.
Cemal Süreya, öldüğü gün hepimizi işten attılar, demişti Turgut Uyar için. Yine Edip Cansever, ben o gün kendi cenazemi izledim, demişti aynı ölüme. Şimdi tüm futbolcular işten atılıp, kendi jübilesini izliyor.
Sen bu Türk Futbolunun Turgut Uyar'ı, sen Sezen Aksu'nun dediği Son İstanbul Beyi, Erol Evgin'in dediği İşte Öyle Bir Şey'din.
Sen bizim Alex'imizsin, heykelin gibi, kalbimizde dimdik kalacaksın unutma.
Bizi mutlu yatırdığın geceler, mutlu uyandırdığın sabahlar için binlerce kez teşekkürler.
Hakkını Fenerbahçeliliğimize helâl et Büyük Usta...

5 Aralık 2014 Cuma

"Yeterince sinirli de değilsin artık"

Sağa sola bakıp, hafif bir iç çekip, uzağa doğru bakarak sigara yakan adamları neden eleştirdim hep bilir misin ?  O sigara onlar için tutku değil, alışkanlıktı.
Bir de sigarayı yer gibi içen adamlar vardı, onlara da hep saygı duydum. Çünkü o olmazsa yapamayacak gibi içiyorlardı. Sigara içmediğinde, böyle gözlemler yapmak için epey vaktin oluyor.
Sana, seni yazacağım dediğimde de öyle olması gerektiği için değil, yazmaktan başka çarem olmadığı içindi bu kardeşim. Sen bilirsin ki ben yazı yazarsam, bir sorun vardır. Sen bilirsin dememe gerek var mı  ? Sen benim en yakın arkadaşımsın. Yazı yazmamak için dua ettiğim günleri de bilirsin haliyle.
Her erkek gibi biz de konuşmayı bilmiyoruz ve mahçubuz. Bu yüzden Refik Halid'in "mahçup ve mey'usum" lafını çok sevdik ya. Çünkü biz hep, mahçup ve meyustuk. En çok da kendimize karşı belki. Çok güldük seninle dostum, çok hüzünlü zamanlarımız oldu. Kimse bilmez ancak sinirden ağladığın zamanlarda bana yazdın. Yine kimse bilmez ama ben gecenin bir vakti "ulan çok kötüyüm be" dediğimde de sana yazdım. Sence alışkanlıktan mıydı bu ? Hayır, yakınlıktan. Acı çektiğinde, o acıyı haznesi en derin olana anlatmak ister insan. Ki biz seninle bir yılbaşında acılarımızı karşılaştırdık; hepsi denk çıktı. Evet sen de horlanmıştın bir dönem, sen de terkedilmiştin, sen de o ailevi sorunu yaşamıştın, sen de sen de sen de sen de... Acılarımız, saygı duyulacak kadardı. Hangimiz yarasını gösterse, diğerimiz bende de var deyip aynı yerdeki dikiş izlerini gösteriyordu. Bu yüzden hep birbirimize anlattık, bilhassa en sinirli olduğumuz anlarda bulduk birbirimizi. Ve düşündün mü bilmiyorum, sinirlendiğinde o telefonu alıp bana "çok sinirliyim" yazmanın aşırı mantıksızlığını fakat seni nasıl rahatlattığını. Arkadaşlık böyle bir şey. Yakınlık, böyle bir şey belki de.
Yakın olduğumuza ikna olamadık bir türlü, demiştim sana hatırlarsan epey gülmüştük. Bak yakın olduğumuza ikna etmek için seni, buraya kadar yazdım. Hâlâ ikna olamadık demek ki. Ya da o yakınlığı her seferinde görmek bizi mutlu ettiği için mahsus ikna olmuyoruz.
Sana, hatırlar mısın demeyeceğim artık. Çünkü bu hayatta benim hatırlayabildiğim bir şeyi senin hatırlamama ihtimalin yok biliyorsun. Ama iddialıyım, bir iki şey bulacağım. Başlıyorum:
Bir gün yine o "en mutlu günlerimiz" dediğimiz, gülmekten karnımızın ağrıdığı, kefenlere bile girsek kefeni yırttığımız, yine güldüğümüz günlerde bana şöyle demiştin: "Geçen gün düşünürken aklıma geldi... Bu adam, bir prensipsiz". Hangi adamdan bahsettiğimizi tabi ki de biliyorsun, konu o değil. Konu, senin "düşünürken aklıma geldi" demen. Senin düşünmeyi, yürümek gibi bir eylem olarak sayman. Bundan bir gurur duymuştum, neden bilmiyorum. Benim en yakın arkadaşım düşünüyor, diye bir övünme gelmişti sebepsizce. Prensipsiz, gibi bir tanım da bulmuştun. O günden sonra insanların prensiplerine daha çok dikkat etmiştim.
Şimdi düşünmeyi bırakıp "yaptığını" görüyorum. Düşünmeden yapmanın cezasını bilirsin. Son zamanlarda onun cezasını çekiyorsun. Biz görüşmesek bile ben farkındaydım merak etme.
İşte araya kısa bir duraklama dönemi girdi. Hayatın çöpleri girdi belki de. Ama bunlar yapmacık yoğunluklar, suni gündemlerdi. Kurslar, yollar, ulaşım sıkıntıları filan.
Bunaldığını anladım fakat dedim ya mahçubiyetten söyleyemedim dostum. Aslında yeterince sinirliyim tam da istediğin gibi ama benimle konuşmaya ihtiyacın olmadığını düşündüm. Sen de benimle konuşmadan hallolmayacağını bildiğin sıkıntılarını halının altına süpürdün. Onları bana anlatman gerekirdi, fakat yaşadığım aşkı öne sürüp, sözde "rahatsız etmedin" beni. Ben de ne kadar bunaldığını görmeme rağmen, anlatmadığına göre ihtiyacı yok diyerek sözde tahminde bulundum.
Neyseki geç değil, dedim ya beyaz kazaklı günümüzden bu yana 1 yıl bile geçmedi. O günden sonra neler değişmiş bir bak. Sürekli içine atıp, nihayet cinnet geçirip, dedenden kalma kamayla sağa sola saldıracaksın diye korkmasam pek umrumda olmaz bu halin.
Ama cezaevinde sana bakamam. Çünkü ben yaşlıyım. Seni Adebisilerden koruyamam.
Neyse, beyaz kazağımı giydim, guiza pozunu verdim.
Dostluğumuz, bir şeker hastasının insülini ayarında mühimdir. Bunu unutma, karpuz kılıklı pezevenk !