25 Kasım 2017 Cumartesi

İvo'nun Sevgi Mezarlığı

Film:          Mandarinid
Yapım:       Estonya- Gürcistan
Yıl:             2013
Yönetmen: Zaza Urushadze





Gürcistan- Abhazya iç savaşında bir köyün içindeyiz. Yıl 1990. Doğal olarak Karadeniz köyleri geldi aklıma bu filmi izlerken. Birbirine uzak ahşap evler, bol yeşillik; puslu bir havanın altıyla çamurlu yolların arasında kalan soba ve onun üstünde pişen çay.
“Sen iyi bir adamsın dede. Yaşlı olduğun için üzgünüm. Senin gibi cesur adamların yaşlanmasına üzülüyorum”  sözü ilk etkilendiğim yerdi. Öyle ya, yaşlanmak… Nasıl bir baş ağrısıdır ? Ne kadar cesur olursanız olun, bedeniniz zamana karşı yenilmiştir artık. Zamanın böyle zâlim görünen ama aslında adaletli bir yanı vardır. Hiç kimse ile pazarlık yapmadan aynı tarifeyi uygular ve geçer üstümüzden.
Savaştan dolayı herkes her yeri boşaltıp gitmişken, memleketini ve en önemlisi birbirlerini terketmeyen iki arkadaşın şiirini okuruz Mandarinid’de. Acaba Mandalinalar mıdır aslolan; yoksa hatıralarını bırakmamak için o güzel bahçeleri mi bahane ederler ?
Ses miksajının bu kadar iyi olduğu çok az film görmekle beraber, o harika müziği de insanı elektrik çarpması gibi alır ve bırakmaz Mandarinid’in. Bu vesileyle Niazi Diasamidze'nin ismini anmak gerekir.
Bahsi geçen iki adam, savaşa dahil değildir. Önemsedikleri şey, mandalina bahçeleri ve o mandalinaları koymak için marangoz atelyesinde yaptıkları kasalardır. Şöyle ki içinde ölü askerlerin olduğu bir araba kazası, onlar için “çitlerini mahveden” bir olaydır sadece. Mandalinalarım mahvolacak diye savaş istemeyen bir adam gördünüz mü hiç ? O halde Margos’la tanışmadınız demektir.
Savaştan izole edilmiş bu şairane hayat, yaralı bir askerin seslenişiyle değişir. Asker tedavi edilecektir, bunun savaşla değil insanlıkla alakası vardır. Onu eve bırakıp ölüleri gömmeye gittiklerinde, tam gömecekleri sırada bir “ölünün” hareket ettiği görülür. O ölü ise, evde yatan Ahmet isimli askerin Gürcü düşmanı  Nika’dır. Olaylar burada başlar. Bu iki yaşlı adamın düşmanı da silahı da yoktur. İki yaralı düşman asker, iki dost için insandır ve İvo’nun evinde tedavi edilecektir.
En iyi bildiği yerde yalnız kalır ya bazen insan; herkes gider ama o gitmez. Gitmeye mi üşenir, rahatını mı bozmak istemez, yoksa doğduğu yerin dağına taşına duyduğu garip bir sadakat midir onu tutan ?
Tuhaf gelir etrafının boşalması ona fakat laf taşıyacak iki insan bile yoktur artık. Öyle yalnız kalır ki bazen insan, kafasının üzerinden geçen bombaların değil de kendi nefesinin sesini duyar. Yalnızlığına yer açmak için kendi içinde sıkışır durur.
Ahmet, Nika’nın eve geldiğini duyduğu zaman hasta yatağından onu öldüreceğini söyler ev sahibi İvo’ya. Fakat İvo bu konuda çok nettir: Öldürmek yasaktır.
Ahmet buna karşı gelebilecek halde değildir; ayrıca da İvo’ya bir sadakat borcu vardır. Çok açık bir şekilde belli olan şey ise “Evin içinde savaş kanunları değil, ev sahibinin kanunları geçerlidir”.
Ev sahibi İvo, doktor çağırıp Nika’yı tedavi ettirir. Doktora şunu sorar: “Neden sürekli halisünasyon görüyor?”. Doktorun cevabı ise gerçekten yaralı bütün insanlar için geçerlidir: “ Hayal görmesi iyi. Bu onu hayatta tutar.”
Yaşamanın yaralanmakla eşdeğer olduğunu bilen herkes, hayal kurarak(hatta hayal görerek) ayakta kalabileceğini bilir. Hayallerimiz, bir tahta parçasına sarılarak büyüyen bir fidan gibi bizi ayakta tutar.
Evin içine geri döndüğümüzde, İvo kendince birtakım tedbirler alır. Dışarıya çıkarken Nika’nın kapısı kilitlenir ve Ahmet’in bir delilik yapması önlenir. Nika baygındır fakat Ahmet’in en azından bilinci açıktır. Silahlar saklanmış olsa da Ahmet’in en büyük silahı içindedir: Nefret.
Nefret dolu bu adam açıkça niyetini belli eder ve İvo’ya şöyle der: “Onu bin kilidin arkasına da koysan, arkadaşlarımın intikamını alacağım dede. Bizim için kutsal bir şey bu asla anlayamayacaksın”.  Dede yani İvo ise orada dünyaya olan bakışını ortaya koyar: “Uyuyan birini öldüreceksin, hem de şuuru yerinde olmayan birini. Senin için kutsal olan bu mu ? Bilmiyordum.”
Hiçbir şeyden haberi olmayan Nika, onu öldürmeye çalışan Ahmet ve ev sahibi İvo böyle bir savaş verir aynı evin içinde.  Ve gün gelir ikisi de iyileşir. İvo özellikle Ahmet’ten (en azından evin içinde) barış için söz alır ve onları evin mutfağında bir yemekte buluşturur.
Ev sahibi İvo, Ahmet’e yasak koyacak kadar ataerkil; “Çayını iç yoksa soğuyacak” diyecek kadar da anaçtır.
Bu dengeyi bir köprü mühendisi gibi oturtan İvo, silahlı adamların saygısını kazanmıştır.
Bu filmde mandalina meyvesine edilen hürmet,  ülkemizde çoğu insana edilmiyor dersek abartmış olmayız. İvo, bir ara arkadaşı Margus’a “Savaşın ortasında mandalinayla uğraşıyoruz. Bırakalım gidelim” der. Margus ise buna çok sinirlenip evi terkeder. Öyle ya, mesele mandalina değil İvo, sen hâlâ anlamadın mı ?
İvo’nun bu denge siyaseti, iki düşmanı birbiriyle temasa sokmuştur sonunda. Ve bir gece Ahmet, Nika’ya yaklaşır, arkada arabesk bir müzik çalarken:
-Ne tür müzik dinliyorsun Gürcü ?
-Bunu değil
-Gürcü müziği mi ? Ben Gürcü müziğini çok severim…
-Ve aynı zamanda Gürcistan’a ait toprakları da!
-Gürcistan toprakları neresi ?
-Burası. Oturduğun yer Gürcistan toprağı.
-Hayır, bir Estonyalı’nın sandalyesinde oturuyorum
-Çok komik!

Bu tatlı sert diyalog, farkında olmadan ikilinin arasındaki buzları eritmeye başlar. Aşırı milliyetçilik ve mizah arasındaki o ince çizgi de burada gözümüze çarpar. Gerçekten de oturduğumuz yer bir toprak değil, bir sandalye, koltuk ya da yataktır. Ve oturduğumuz eşyanın sahibinin nereli olduğu sorusu ne kadar komikse, bizim nereli olduğumuz da o kadar komiktir.
Nika bir ara Ahmet’e saldırır gibi olur fakat ayağa kalktığı gibi yerde bulur kendini. O halde bile “Toprağımdan defol piç” diyecek kadar güçlü bir milliyetçidir. Ayakta duramaz, çorbasını içemez, eli tutmaz ama milliyetçidir!
İvo bir aralık Ahmet’e sorar: “Derdin ne genç adam ? Sürekli öldürürüm, öldürürüm, öldürürüm… Bu hakkı sana kim verdi ?” Ahmet’in cevabı ise bin yıllardır insanlara her tür meşruiyeti sağlamış tek bir kuru kelimeden ibarettir : “Savaş”.
İvo ve Margus “Ölüme kadeh kaldıramam” derken, karşısındakiler ölümün çocuklarıdır. Ölümü savunanlar mı hayatı savunanlar mı kazanacak ? Bunun cevabı dünyanın son gününe kadar bilinmeyecek fakat geçmişe baktığımızda cevap hep ölümden yana olmuştur.
Birbirini öldürmeye meraklı bu iki adamın, aynı masada, aynı şeye güldüğü ilk yerde kuvvetli bir bomba patlar. Roketatar silahıyla Margus’un evi vurulmuştur. Savaş, aynen böyle, her kahkahanın arasına girmez mi ? Hiç, bir bombaya laf anlatılabilir mi ? Şurada senden uzakta iki kadeh içip düşmanları barıştırıyoruz, denilir mi hiç bir kurşuna  ?
Margus’un tüm hatıraları kül olmuştur. Mandalinaların kazandıracağı parayı değil de onlara yazık olacağını önemseyecek kadar ince ruhlu olan Margus’ta artık daha da derin bir gedik açılmıştır.
İyice iyileşen Nika, sürekli bir kaset sarmaktadır. Kalemle, serçe parmağıyla devamlı sardığı bu kasetten ne çıkacağını filmin sonuna kadar merak eder dururuz. İçinde zaman geçtikçe çok az bir gerginlik kalan Ahmet de Nika ile buzları eritmiştir. Artık birbirlerine bunu itiraf edemeyen iki dost olmuşlardır.
Bu gerginliğin azalmasında salonun baş köşesinde duran güzeller güzeli bir genç kız fotoğrafının payı büyüktür.  Bu fotoğraftaki kız, İvo’nun torunudur. Önce Ahmet onu sormuş, İvo’dan çok net bir azar işitmiş, şimdi ise hesap verme sırası Nika’dadır. Fakat Nika’nınki biraz farklıdır. O İvo’ya belli etmeden(!) baktığını sanıp, İvo tarafından sorguya çekilmiştir. Savaşın bütün gaddarlığını, kanını, çamurunu, kabalığını, tertemiz bir kızın ipince gülüşü bir anda dağıtmıştır. İki genç adamın öldürme motivasyonunu bozup, onları yaşamaya karşı kışkırtan güzel Mari’nin hiçbir şeyden haberi yoktur tabii ki.
Nika, maç yaparken cam kırmış bir çocuk mahçubiyetiyle “affet beni İvo” derken, İvo’dan hiç ummadığı bir karşılık alır: “Gerçekte daha da güzel.”
İvo, o benim her şeyim, dediği torunundan savaş yüzünden ayrılmıştır. Bu yüzden kaldığı yerden hem nefret eder hem de sever. Zaten insan da en çok, tanımlayamadığı duygulara hapsolur. İçinde bir tanım aradıkça kaybolur, kaybolur, kaybolur. Kayboldukça arar, aranır. En sonunda kaybolduğu yeri de unutur. Bu serüven böyle gider durur.
İvo, savaştan önce tiyatro sanatçısı olan Nika’yı, savaştan sonra işine devam etmesi için telkin eder. Hatta senin bir oyununa gelip seni alkışlayacağım der; Nika da “Ve Ahmet” diye ekleme yapar. Orada dostluk başlamıştır artık, kalpler ısınmış ve birbirlerine bir türlü itiraf edemedikleri sevgi artık davranışa dönüşmek üzeredir.
O sırada bir araba yanaşır İvo’nun kapısına…  Bahçede odun kesen Ahmet, ansızın, arabadakilere “Çeçen olduğunu ispat etmeye çalışırken” bulur kendini. Çeçen olduğuna inanmayan bir subay, yanındaki askerlere “Vur” diye emir verir birkaç saniye içinde. Ahmet tam vurulacağı sırada, evin içinden dostu Nika çıkar. Ahmet’e bir şey yapılacaksa, bunu Nika yapmalıdır ve onu öldürmelerine izin vermez! Çıkan çatışmada dost-düşman kavramı adeta tekrar yazılmış, Margus ölmüş, Nika ise yerde yatan yaralı bir asker tarafından talihsiz bir şekilde vurulmuştur.  Ahmet dostuna bakar, bir kez bile dost diyememenin verdiği acıyla düğümlenir kelimeleri. Ama onlar gökkubbenin altında, herkesin önünde ilan etmişlerdir dostluklarını. Artık Nika ve Margus yoktur. İki gerçek dostluk, savaşın şeytanlığına dayanamamıştır.
Mandalina kasaları yapmak için kullandığı atölyesini, bu sefer tabut yapımında kullanan İvo ise ilk kez sanatını böyle derin bir hüzne bağışlamıştır. Cenazeler defnedilirken, sıra Nika’ya gelmiştir. “Onu başka bir yere gömeceğiz” der İvo: “Oğlumun yanına”.
O sırada Ahmet’le birlikte acayip şaşırırız; gerçekten o kadar sevmiş miydin onu İvo ? Sevginin ve dostluğun bu derece asil olabileceği kimin aklına gelirdi ki…
Mezar yapıldığında ise İvo’nun oğlunu Nika ile aynı milletten olan bir Gürcü’nün öldürdüğünü öğreniriz. Bu, bizi okyanus fırtınalarında sallanan bir gemi gibi sallar.
O sırada Ahmet tüm önyargıların ve uydurulmuş klişelerin sesi olur ve “Ne yani” der: “Oğlun bir Gürcü’yle aynı yerde mi yatacak?”
İvo her zamanki sakinliğiyle cevap verir: “Ne farkeder”.
Toprağın altında milliyetin, dinin, geçmişin olmadığını iki kelimeyle anlatır bize İvo. Bizi gömenler bizi nasıl görüyorsa, orada o şekilde defnedileceğiz. Tarihin en azılı iki düşmanı bile yan yana gömülseydi, buna itiraz edebilirler miydi ?
Tahminimce İvo onları kendi kalbindeki sevgi mezarlığına gömdü ve o mezarlıkta din,mezhep, millet yok. Sevginin, dostluğun ve masumiyetin dininin, mezhebinin ve milletinin olmadığı gibi.
İvo “vedaları sevmem” der Ahmet’e ve arkasını dönüp onu yollar. Biz de bu yazıyı İvo’ya yakışır bir şekilde bitiriyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder